Üçüncü Kişi

 


Gecenin bir yarısıydı köye geldiğimizde, yanıp sönen mavi kırmızı ışıklar hatırlıyorum. Bir kadıncağız, bir ana çelimsiz, ufak, kırışmış her yeri. Ölü gözlerle umutsuzluğun gözleri ile bakıyor bize elinde bir vesikalık, ne zaman çekildiği belli olmayan, rengi soluk.

Kimdir? Bir meczup. Kendince sorular soran, seyyah olup oralara buralara yürüyen, en çokta tepedeki Evliya türbesine çıkıp inen bir garip zavallı.

Kimle arayacağız? Bir bu ana, bir biz, bir de devlet. Ya köylü? Ya muhtar? Öyle midir ki bu köy kayıplara halihazırda alışıktır? Sanki köyün hepsi kayıptır gibi, ne bir evin ışığı yanmakta ne de bir köpek olsun sesi duyulmakta. Sanki koca köyde bir bu kadıncık ve ben. Macera aramış, bu tepelik bozkırlara gelmiş, alakasız bir üçüncü kişi. Medet umulan, kaybı bulsun diye zavallı bir kadıncık tarafından gözünün içine içine bakılan alakasız.

Bir kör ağma geldi biz arar iken gölün başını. Elinde saz, çöktü bir ardıç altına nereden görüp buldu ise. Sanki bakar da görür gibi bize doğrulttu gri, bebekten yoksun gözlerini. Sustu epey, sordu sonra "Yok mu?" Yoku nereden bilirdi bu ağma yaşlı? Bilirdi elbet. Dokunup hissedemeyince, kokusunu bilemeyince yoku da bilirdi. Görmek belki sahtedir bir yerde. Gördüğümüzün var olduğuna nereden emin oluruz yalnız?

Kör karanlıklarda ne biz ne başkası, adımımızı attığımız yer kömür karası. Ne ses ne seda. Kör biz miyiz, ağacın altındaki kim?

Aşık okuyor, sanki ezberden okuyor, sanki doğaçlar gibi okuyor lakin farkında değil. Ezgi onu nereye götürür ise oralara tutup elinden yelken açıyor.  Sanki o gittiği yerlerde bir şeyler yaşıyor, bazı olaylara şahit oluyor, belki katılıyor belki izliyor. Sazın her bir teli sanki ona bir şeyler fısıldıyor, sanki o bilinmez diyarda olanları anlatıyor ona. O da bize.

Bir insan nasıl olur da böylesi bir duyguya kapılır, nasıl yoku var gibi anlatabilir? Elbet vardı aşığın kelamını verdikleri. Burada değilse bile bir başka alemde konuşuyor, cenge tutuşuyor, aşık oluyordu bazıları. Belki bir insandı onlar belki ruhtu belki ecinni.

Aşık saza vuruyor, yanık sesiyle durmaksızın anlatmaya devam ediyor. O devam ettikçe içimizi bürüyor Ana'nın derdi.

O Ana şimdi ufacık odunların için için sönüp yandığı bir sobanın yanı başında, gözü donmuş, gönlü yaslı öylece oturmakta karşısındaki duvarı izlemekte.  Öyle ki ben ayaklandım yanına vardım da geldim. Aşık'ın dizinin dibinde sedirde oturan da benim, şimdi kadıncığın evine varıp gelen de. Sanki şu sazın her teli de benim, Aşık'ın her lafzı da ben.
Vardım da geldim, gördüm ki sanki puttu Ana, sanki etten kemikten değil, taştan yontulmuş bir heykeldi de bozkırın bu ortasında bu haşa Yaradan’ın unuttuğu yerde öylece durmakta.

Aslında şimdi o yalnız bir değil iki kaybın hamalı. Bir oğul kayıplardan, bir kendi.
Fakat zabıtlara geçen birdir hala. Görünce var derler, içine bakan olmaz var mı diye. Oysa o kadıncık şimdiye kadar çoktan ölmüş, çoktan kendi cenazesini kılmış toprağa yatırmıştır. O ölmüştür de bilen yok.

Bir ömürdür ki oğula adanmış. Ana kendini gömmüş oğlunu çıkarmış çoraktan. Bu ot bitmez, su geçmez sarı taşın içinden.
Şaşırmıştır insan nasıl olmuşta kendine dahi faydası olmayan çorak toprak can üflemiştir? Hikmettir, sırdır.

Ana toprağın oğlunu büyütmek için yoku var etmiş. Şimdi yok oğul. Yoklar, yoktan var olanı yine yoklara katmış, meçhullere karıştırmıştır. Ne kalmıştır şimdi geriye? Taş olsa koysan, buğday olsa biçsen, hayvan olsa alsan. Can bu, var mı can gibisi? Nasıl konulur yerine? Muadilsizdir.

Ne acayiptir milyonlarca insan vardır yeryüzünde, bitip tükeneceği yoktur. Amma velakin bir canın bile vardır değeri. Ne başkası sevilir onun gibi ne o can öbür cana benzer. Candır bu gönül onu ister. Milyon milyon olsa da gönül tekine talip.
Bir oğul, bir ana, bir yar, bir baba, bir kardeş.

Aşık söyledikçe bozkır bir yeşerip bir soluyordu sanki. Tabiat nefes alıp verir gibi. Bir an sözlerin, sazın akışına kapılıyor yeşil görüyordum bozkırı. Sonra yeniden aslına geliveriyordu. Şu haliyle Aşık bu ölmüş doğanın tek can suyu. Var olma gücünü, dayanma azmini, yeşili bize tekrar hatırlatan içimizi coşkuyla dolduran yalnız o. O gelecek güzellerin habercisi, yaşamış atlatılmış zorlukların hatırlatıcısı.

O oğul Aşık'ın türkülerinde anlattığı o bilinmezlikler diyarında bir yerlere mi gitmişti ki? Çok uzaklara.  Sanki Aşık görüyordu onu. Görüyor da buralarda olmadığını biliyordu.

Ben o tepedeki Evliya türbesinin başına vardım da oturdum. Oradaki evcikte bir yudum çay içtim. Kalktım da o Evliya’nın kabrine ben uzandım. Sanki ben arayıp taradıkları gölün dibine battım da çıktım. Gittim çeşme başlarını dolaştım. Tepe tepe gezdim de baktım bir tepenin en üstünden etrafa. Gördüm ki her bir yanım tepeciktir, üstünde de ne bir ağaç, ne bir ot, ne bir oğul, ne de bir can var. Farz say ki ben öldüm. Farz say kaybolan da benim.

Ben şimdi tüm ümidimi kesmiş ahval halimle döndüm de geldim. Kuruldum bu sofraya bir tas tarhana çorbası içtim, keşkeğe bir kaşık daldırdım. Aşık'ın türküsüne söz, muharririn manzumuna harf oldum çıktım. Ben her şey oldum, her şey ben oldu. Bu dağlar bu kıraçlar içimde doğdu da bende onların üstünde bittim.  

 "Enes Öz."