Mekanın Sahibi

 


 Dilediğince seyahat edebilmek ne güzel. Birazdan feribota binip Gökçeada'ya geçeceğim ve tamamen keyfimden dolayı buradayım. İşim olduğu için, beni orada bekleyen sorumluluklarım olduğu için değil. 

 Ve orada da tamamen kafama göreyim. Birileri bana nereye gitmem nerede durmam gerektiğini söylemeyecek. Kaç gün kalırım belli değil. Dönmemi bekleyen bir yer de yok. Bu rahatlık huzur veriyor bana. Kendimi gerçekten en özgür hissettiğim anlardan birindeyim şuan. Fakat biliyorum ki bu anlar bitecek ve ben yıllar boyu bu anları hatırlayacağım. Hayatımdaki tüm güzel şeyler gibi bir mite dönüşecek bu anım ve ben en düşkün hissettiğim vakitlerde bu anılarıma sarılacağım.

  Vapurdayım. Yolculuk uzun sürüyor. Bu arada Küçük Asya anakarasından ilk ayrılışım. İşte doğduğum, büyüdüğüm ve hayatımın tüm neşe ve acı dolu anılarını geçirdiğim o kara parçası şimdi büsbütün arkamda duruyor. Tanıdığım tüm insanlar o anakarada. Aslında bir dağın tepesinde yaşadığımızı düşünüyorum. Bizim için deniz sıfır noktasıysa da dünya için bu gerçek değil. Denizin tabanı sıfır noktası aslında ve bu açıdan bakınca benim kara kütlemin en engin noktası dahi bir dağın tepesi. Ve evet gittiğim ada da öyle. Denize her baktığımda bu gereksiz coğrafi bilgiyi hatırlıyor titreyip kendime geliyorum.

  Bir ada seyahatinde bu kadar anlam yükleyen başka kimse varmıdır bilmiyorum. Benim içinde bulunduğum hal belki uzaya çıkmakta olan birinin geriye dönüp Dünya'ya bakmasıyla hisettiklerine denktir.  Hayatınız ne denli küçükse sizi mutlu eden de o denli küçük oluyor. Benim şu limana gelişim bile benim hayatım için başlı başına Marco Polo'nun Moğolistan'a ulaşmasıdır.

 Gökçe'ye gidiyoruz. Vapurda otelin yerini haritadan arayan dörtlü bir grup var. Yaşları benden küçük. Ben onlar kadarken mahallemden çıkabilmiş dahi değildim. Fena halde uykum var. Otobüslerde uyuyanlara alışığız da vapurlar da benim gibi sızana pek rast gelinmiş değildir. Kafamda martılar uçuşuyor, çocuklar bağırıp çağırıyor ellerindeki dondurma eriyip sağa sola damlıyor, seyyar satıcı seslenip duruyor ben ise sürekli uyuyup uyanıyorum. Dün gece otobüste uyudum çünkü. 

 Muğla'dan geliyorum. Aylardır bir restoranda esirdim. Aylardır tüm vaktimi sırf hayatımı idame ettirebilmek için bir restoranda güneş bile görmeden saatlerce bulaşık yıkayarak geçirdim. Bedenim yorgun, zihnim boş. Düşünmeye vaktim yok. Okumaya? Hiç. Uyumaya? Bir nebze. Şeytana lanet edip bir öğle arası sırt çantamı da alıp çıktım kaldığım işçi pansiyonundan. Bir orman yolunda otostop çektim. Pikap durdu, arkasına atladım. İşe girebilmek için kestirdiğim uzun saçlarım rüzgarda dalgalansın isterdim. Malesef yoktular. Pikabın arkasında seyahet ederken Ey Özgürlük şarkısını mırıldandım. Şarkıya eşlik ederken orman havasını içime çekiyor, elimden alacaklarmış gibi içli içli manzarayı izliyordum. Auswich'ten kurtulmuş gibiydim. 

Geceyi bir koyda geçirdim. Benden başka da kimse yoktu. İlk defa bu kadar ıssız bir koy görmüştüm. Korktum. Bir süre sonra bir araç yaklaştı. Arabadan bir çift indiğini görebiliyordum. Beni şehre atmalarını rica edecektim. Yanlarına yaklaştım, İngiliz'lerdi. Beni anlamadılar ve benden korkup arabaya atlayıp çıkıp gittiler. Karanlığın ve yabanın ortasında tek başımaydım. Yalnızlığı iliklerime kadar hissediyordum. Başaramamıştım. Hayattan kalmıştım.  Dayanamayıp işi bıraktığım için sahile oturup kendime kızdım. Sonra bir ülkenin vatandaşı olarak mülteciden farksız şartlarda yaşamaya mecbur kaldığım için, beni burada kendime sövdürdükleri için geri kalan herşeye sövdüm. Bizler hayatta kalma savaşı verirken gözümüzün içine baka baka yaşayanlara, sonra bunu kabullenmiş halk kitlelerine, hayata bir kereliğine gelmişken onu da esaret koşullarında geçirmeme neden olan herkese ve herşeye sabaha kadar bağıra bağıra küfrettim. Gözüm dönmüştü, hayalimde restoranın alevler içindeki hali canlanıyordu. Bütün bu zulme bir kıvılcım kafiydi. Ateşin dostum olduğunu hissettim. Ateş herşeyi yakacak ve herkesi yeniden eşitleyecekti. Boşa değildi bazı ormanlarda doğal yoldan çıkan yangınlar. Bazı ağaçlar diğerlerinin güneşini engelliyordu. 

O gece söve söve sabah ettim. Cehennemdeki yerimi sadece küfürlerimle garantiledim. Ölünce bu sahneleri izlerken utanacağımı mı yoksa neye gülüyorsun sorusuna duvardaki adalet yazısına mı diye cevap vereceğimi düşündüm. Bir karara varamadım. 

Yenilmiş hissediyordum. Yine de sahte özgürlüğümün tadını çıkarmalıydım. Sabah oldu, yürüyerek koydan çıktım. Otogara gittim. Hiç bir alakam olmayan bir yerlere gitmek istiyordum. Ne evime yakın olmalıydı bu yer, ne de Muğla zindanına. Ne dahi bir vakitler üniversite okuduğum şehre. Hiç gitmediğim, hiç kimseyi tanımadığım bir yerlere gitmek. Mümkünse daha önce hiç binmediğim bir otobüs firmasıyla. 

Orası Çanakkale'ydi. Fakat merkezde de durmak istememiştim. Uzaklaşmak istiyordum her şeyden, sınırlara dayanmak. Gökçeada'ydı orası. Herşeyden uzaktı. Tecritti. 

Sadece kafa dağıtmak için arada bir alakasız yerlere bilet kestirmeli insan. O gece yolculuğunda huzura yolculuk yapmış gibiydim. Tanımadığım şehire, tek başıma yola çıkıyorum.

Gökçeye geldik. Herkesi alan bir araba var. Taksi, servis vs.
Ben yürüyorum. Limanla şehir arası epey mesafe var. Yine de olabildiğince az para harcamalıyım. Felsefem bu. Gezmek istiyor ama türlü bahanelerle yerinden ayrılmıyorsan cevap basit. Bacakların ne için var? Gitmek istediğin yere yürüyesin diye. İlla bir araba alsın seni diye beklemek acizlik değil de nedir? Yürüyorum ve yürüyerek daha çok hissediyorum içinde bulunduğum toprağı. İşte doğanın bir parçasıyım bende. Onunla yanıyor, onunla üşüyorum. Rüzgar vuruyor üzerime, arılar uçuyor etrafımda. Aslımıza yörük derler yürümekten gelir. Yayan da kalkar dağları tepeleri dolaşırlarmış. Kinik diyorlardı birde bana. Diyojen gibi bir fıçıda ömür sürebilecek bir adammışım. Diyojen hayattan el etek çekmiş adamdı. Ben yaşamayı seviyorum sadece beklentilerim farklı ve imkanlarım kısıtlı. Yine de Diyojen'le ortak noktalarımız yok diyemem.

Bir araba duruyor. Feribottan inen indi bu arabanın bir anda nereden çıktığını anlayamıyorum. Arkamda iskeleden başka yer de yok gelebileceği. Beni ilçe merkezine götürmeyi teklif ediyor. Hayır demiyorum bu teklife. Yeni insanlarla tanışmakta bu gezinin bir parçası. Kendimi turist değil mekanın sahibi gibi hissetmek istiyorum. Arabasına bindiğim adam burada otel tuttmuş. Adadan anakaraya iş için gitmiş şimdi geri ailesinin yanına dönüyormuş.

Beni şehre atıyor. Nereye gideceğim? Haritalarda neresi ilgimi çekiyorsa işte oraya. Kaleköy'e gitmeye karar veriyorum. Otobüs durağında bir gezgin ekip daha görüyorum. Onlar dört kişi ben tek. Sürüden ayrılmış başıboş gezginim ben. Sahi sürüm de olmadı hiç. Gezginler olarak birbirinden bağımsız insanlar cemiyetiyiz bizler. Bazı gruplar var hepsine dahilim ama değilim.

Otobüs beklemekten sıkılıyorum. Kaleköy'e yürüyorum. Yolda bir araba beni alıyor. Ada nihayetinde insanların gideceği yer sınırlı, insan sınırlı. Kaleköy'e bırakıyor beni. Camiye gidiyorum elimi yüzümü yıkıyorum. İskelede bir balıkçı ile tanışıyorum. Köyü seviyorum bu gece iskelede yatacağım.

Hava karardı. İskelede sıkılıyorum sahildeki meyhanelerin oraları turlamaya çıkıyorum. Onlarca para dökülerek içilen bu içkiler değil aradığım. Bu masalardaki kahkahalar yalan geliyor bana.

Burayı ziyarete gelenler arasında otelde kalan, restorantta yiyip, beachte yüzen, meyhanelerde içen bu kalabalık aramızda en az yaşayabileni.

Az ileride bizim gezgin grubu ile yeniden karşılaşıyorum. Bunlar da ziyarete gelenler tiplerden bir diğer güruh. Ne yapacaklarını bilemez gibi sağda solda geziniyorlar. Uğurlu'ya gideceklerdi bu sabah. Kaleköy'de ne işleri var diye düşünüyorum. Bu saatte nasıl döneceklerini sonra.

Bir selam çakıyorum onlara. Beni tanıyorlar. Uğurlu'ya gidip gitmediklerini soruyorum. Gitmemişler. Burada ne yaptıklarını sormuyorum. Çünkü gezginlik nedensizdir. Onları iskeledeki kulubeme davet ediyorum. Benden çekiniyorlar, aklıma İngilizler geliyor, gelip gelmemekte kararsızlar. Onlara bir gezginden çok berduş gibi görünüyor olmalıyım. Teşekkür edip gidiyorlar.

Teknede şarabımı açıyorum. Tekne yavaş yavaş sallanırken bende şarabımı yudumluyorum. Meyhaneden gelen müzik seslerini dinliyorum. Yeni Türkü çalıyor gibi. Mehtabın ışıklarını izlerken uyuyakalıyorum.

Sabah oluyor. Bu seferde traktör kasasında Zeytinliköy'e gidiyorum. Sokakta Yunanca konuşan teyzelere rastlıyorum. Yürüyerek köyden çıkıyorum. Şantiye kamyonuyla Uğurlu'ya gidiyorum. İşte hudut. İşte en azından şimdilik kaçılabilecek en son nokta. Kaçıp kurtulmak diyorum herşeyden. Hayattan istifa etmek. Nasıl o restorandan çıktıysam hayattan da çıkmak.  

Düşüncelerim birbirini kovalıyor Uğurlu sahilinden denizin ufkuna bakarken "Acaba gün gelip bu ülkeden de çıkabilecekmiyim, ne kadar uzaklara gidebileceğim?" diye düşünüyorum sonra. Yani gerçekten kaçmak mümkün mü? Esaretim beni mental olarak yorsa da hayat hakkında karamsar değilim. Belki de yeniden özgütlüğü tatmanın sarhoşluğundayım. İllaki bir yerlerden kurtaracağım diyorum. Rüya gibi bir hayat olmasa da beni mutlu edecek bir hayat yaşayabileceğime inanıyorum. Gezginliğe inanıyorum. Belki diyorum bu gezginlik bir ömür devam edecek. Hayatta yeteneğine göre, istencine göre bir yol çizebilenler seçilmiş kişilerdir. Onlar gerçekten yaşamaktadır. Gerisi tam düşerken tutulan tuğladan farksızdır. 


Üstümü değiştirip denize giriyorum. Akşam yine bizimkilere rastlıyorum. Sapık gibi onları takip ettiğim sanrısından uyanmışlar. Bu sefer aynı safta olduğumuza kaniler. Beni sahildeki kamplarına davet ediyorlar. İçiyoruz, nerelere gittiğimizi anlatıyoruz. Hangi festivallere katıldığımızdan bahsediyoruz. Nerede para vermeden nasıl kalınır onu konuşuyoruz. Otostop maceralarımızdan dem vuruyoruz. Tek atışta en uzak nereye gittik onları anlatıyoruz. Herşeyin metalaştığı ve parasız bir adım dahi atılmayan bir dünyada bunların olmadığı bir yer arıyoruz. Gerçek özgürlük diyoruz, ne menem bir şeydir acaba? 

 Neden tek gezdiğimi soruyorlar. Kendimle vakit geçirmeyi sevdiğimi söylüyorum. Böyle pek güven vermediğimi söylüyorlar. Haklı olduklarını söyleyip gülüyorum. Olabildiğince çok insanla tanışmaya ve konuşmaya hayatı anlamaya, insanları çözmeye önem veriyorum. Herkesi ilk defa ayak basılmış gezegen gibi görüyorum.


 Gökçe'deki son günüm. Mustafa abi ile ada merkezinde bir kıraathanede çay içiyoruz. Erdemli'li bir fayans ustası ile tanıştırıyor beni.
İşte mekanın sahibi olmak dediğim şey. Artık ada halkını tanımaya başlıyorum. Beni de kendilerinden görüyorlar. Bunu hissediyorum. Oysa yurtsuzum ben. İskana karşıyım. Ferman padişahın dağlar bizimdir. 

İskelede. Mustafa abinin oğlu ve arkadaşları teknede demleniyorlar. Keyiflerini bozmuyorum. Kulubede takılıyorum. Gezginlerden Didem geliyor. Yerimi öğrenmiş ama tek başına. Bira almış. Beraber ayaklarımızı iskeleden sarkıtıp içiyoruz. Yurtdışına gitmek istediğini anlatıyor. Gezginlerin en büyük ülküsü sınırları aşabilmektir ya. Erasmus, Wat gibi şeylere başvurmuş. İnterrail için uğraşmış Mc Donalds'ta çalışmış ama bütçe yetirememiş. Bende ona bir süredir İngilizce öğrenmeye çalıştığımı anlatıyorum. O İngilizce'yi halletmiş. Mevzu gezginlikse dilin önemi olmadığından bahsediyor.

Konuşmanın bir yerinde ülke içinde gezebileceğimizi söylüyorum ona. Gidilecek çok yer var diyorum. Fikrim etkiliyor onu ama pekte pas vermiyor. Gezginlik kendi içinde fraksiyonlara ayrılır zaten.

Sabah oluyor. Bir motor beni köyden merkeze atıyor. Gökçe'den ayrılıyorum. Feribottan inince Didemler'e rastlıyorum. Aynı anda dönmüşüz meğer. Otelde kalan turist grup nerde acaba diyorum.

Otostop çekiyorum. Duran araba beni Balıkesir'e kadar bırakacak. Çanakkale'yi az çıkarken adam bana askerlik yaptığı yeri gösteriyor. Yıllar sonra aynı yere göreve geliyorum.

Bu kez Gökçeye gidemiyorum. Ne zaman nerede olmam gerektiği ve ne yapmam gerektiğini söyleyenler var. Tıpkı tahmin ettiğim gibi o özgürlüğü mumla arıyorum. Gökçe benim 2016'da başladığım serüvenimin sonuncusuydu ve sonuncusu olduğundan haberim bile yoktu. Hayat beni eline almaya başladığında ben farkında olmaksızın halen yurt dışı planlarım için nafile bir çaba içindeydim. Bu kültürü devam ettirebilmek için son ana kadar direnmiştim. Öyleki son bırakanlardan biri bendim. Pandemiden sonra neredeyse tamamen bitti. Bazı gezginler endüstiriyel kapitalist seyahatlere atıldılar. Kültürü dejenere edip ruhunu bozdular.

Didem evlendi çocuğu oldu. Halinden memnun gibi. Yurtdışına gidemedi. Gökçe'deki diğer gezginler ne yaptı onu hiç bilmiyorum. Kültürümüz saman alevi gibi yandı esamesi kalmadı. Aman kalktı göç eyledi avşar elleri. O insanlar o güzel atlara binip gittiler mi? Hepimizin boynuna bir tasma mı vurdular? Bizleri özgürlük yalanı ile uyuttular mı? Uyutmaya dahi gerek duymuyorlar da büsbütün bizi sömürüyorlar mı? Peki biz bu boyunduruğu nasıl geçirdik? Ne oldu o ruhlarımıza? Uzun saçlarımıza, sırt çantalarımıza, çadırlarımıza. Neden herkesin olan tek bir kişinin oldu? Neden artık sahillere giremiyoruz? Her yeri parsellediler de çadırları campinglere mapus mu kıldılar? Bilmiyorlar ki camping çadırın ruhuna aykırı. Millet burada camping olmadığı için değil ruhuna uyduğu için çadır kurmakta. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Kızılderili rezervasyon alanları gibi belli bölgelere tıkabileceklerini mi sandılar onlar bu ruhu? Bu zamanında inin cinin top oynadığı yerlere ilk gidenler bizler değilmiydik? Bizlerin gidip keşfettiği, ruhunu yaşadığı yerleri kapitalizmin ruhbanı influencerler mi bastı? Ya o ücret ödeyenler bu ruhu satın alabileceklerini mi sandılar?  Hayır korkarım sizler yalnızca harcamak ve belki harcayarak biraz huzur alabileceğinize inandınız.Otostopa ne oldu? O kimseyi yolda bırakmayanlara? Bir dönem kendisi de böyle gezmiş olanlara? Seyahat yalnız belli zümrenin tekeline mi kaldı? Bizler de gün doğumundan önceden gün doğumundan sonraya çalışmaya mı mahkum edildik?


Özgürlükler ülkemiz işgal edildi, kültürümüz unutuldu. Bizleri de birer kürek mahkumu mu yaptılar?

Hatırlayın, kimdi mekanın sahibi?


"Enes Öz."