Dağın Öte Yüzü

 



  Evde kesif bir rutubet ve küf kokusu yemek kokularına karışmış. Duvarlar boyasız, camlarda hala eski ahşap çerçeveler var. Tezgahın altında bir perde arkasından tüp gözüküyor. Yerde hasır serili. Kimi örgüleri sökülmüş. Yıpranmış. Oturma odasına oturma odası demeye şahit ister. Yere gelişi güzel atılmış minderler. İçeriyi aydınlatan sarı ampul, ablanın dağınık saçları, sanki uykusuz gibi, üstünde rengi solmuş örme bir hırka. Çocuklar durmadan sümüklerini çekiyorlar. Ayaklarında terlik, kapkara ayakları. Erkek olanın saçı üç numara kesilmiş, kız olanın saçında bir lastik toka. Tokadan kurtulmuş tel tel elektriklenmiş saç telleri.

Oturma odasında kenara atılmış yıpranmış pembe okul çantası. Yırtık pırtık bir defter önünde. Bir lastik top. Erkek olan geçiyor başına gelişi güzel evin içinde şut çekiyor. Duvardan sekiyor top karşı duvara çarpıyor. Televizyon sehpası var ama televizyon yok evde.
Abla kızı çağırıyor mutfağa. Az sonra kız elinde sofrayla geliyor. Ardından turşu getiriyor sofraya. Tarhana çorbası getiriyor. Abla bulgurla giriyor az sonra odaya. Erkek olan çocuk pencereden başka bir çocukla küfürleşerek konuşuyor, ev giriş kat. Az sonra gelirim diyor çocuğa. Dayım geldi diyor. Abla çocuğu yemeğe çağırıyor çocuk yemeğe gelmiyor kenarda minder üstünde oyalanıyor. Belli ki abla uyarmış dayın geldiğinde yanında otur ayıp olur demiş az bir zaman geçsin de dışarı çıkayım diye oyalanıyor çocuk.

Kız ise yüzü gülerek bakıyor Celal'e. Yüzü kuru kemik gibi bir kızcağız. Burnu ve çenesi sivri. Kara gözlü kara tenli. Abladan çok enişteyi andırıyor suratı. Bir pembe çantaya bakıyor Celal, bir kızcağıza. Sanki böyle kara tenli, kuru yüzlü kız çocukları hiç çocuk değillermiş gibi. Sanki yürümeye başladığı andan itibaren otuzlu kırklı yaşlarındaki bir kadına dönüşüyorlar. Sırtlarında pembe çanta olmasa kim çocuk der yüzleri katı katı bu insan yavrularına. Hayat kara gözlü kara tenli bu kız çocuklarına karşı çok acımasız. Onlara hiç çocuk olma fırsatı tanımıyor. Hiç şımarma fırsatı vermiyor. Hayat kaygısıyla bulanmış ailenin gözleri çocukları görmekten çok uzak. Kendi kendilerine, kendi dertlerini kendi çeke çeke büyüyor pembe çantalı esmer kız çocukları. Kimisi evleniyor sonra, kimisi tekstil atölyelerinde işe giriyor. Saatler saatleri kovalıyor, gençlik orada soluyor, bir yaşlı kadın haline geliyor gözü makinenin iğnesini seçemez oluyor. Parmaklarına batırıyorlar iğneyi. İş tutmaktan nasırlaşmış parmaklar deliniyor dikiş makinesinin iğnesi ile. Artık çalışamaz oluyorlar. Güvenceleri yok. Ortada kalıyorlar. Bu pembe çantalı kıza için için acıyor Celal. Keşke onu alsa götürüp kurtarabilse bu hengameden. Kendinden çok onu kurtarabilse. Güzel bir hayat var mı biryerlerde? Bilinmez ama çekip almalı bu kızcağızı ve pembe çantalı kadersiz nice esmer kızı almalı. En çok onlara yakışır çocukluk, en çok onlar giymeli pembe çantalar, renkli elbiseler. En çok onlar hayal kurmalı, onlar şımarmalı. En çokta onlar hakediyorlar çünkü. İlk önce onlara vermeli bu mutluluğu.

"Babam vefat etti gelemedik Celal, enişten işten başını kaldıramadı." diyor abla.

"Gene sen varmışsın, Allah razı olsun o kadar baktın. Sende olmasan... Hepimizde bir hayat telaşı."
Susuyor Celal.
"Ee nerden çıktı bu Adana işi? Öyle ziyaret falan değil herhalde. İş aramaya geldin sen buralara."
Celal "Öyle abla."
Abla "Hayırlısı bakalım. Fabrikalara başvur. Öyle bağ bahçe işi kalmadı artık Adana'da."
Celal'de bir eksiklik bir noksanlık bir olduğu yere fazla gelmek hissi var. Çekip gitmek istiyor köye. Sanki bir hayal kırıklığı içindeki, sanki geldiği yer cennetmiş hissi. Cennetten kovulmuşluk hissi. O şehirden gelip sadece varlığı ile Celal'in aklında köyden çıkma fikrini doğuran o kız Gökçe, elmaya dönüşüyor gözünde Celal'in, yılana dönüşüyor. İyisiyle kötüsüyle evdi o köy, memleketti. Şimdi dönüp bakınca şöyle ablasına, yaşadığı çehreye sanki ne köylü kalabilmiş ne kentli olabilmiş bir ucube görüyor Celal.
Çıkıp mahallede dolaşıyor, herkes öyle. Burası şehir değil, şehirlilik bu değil. Kahveye oturuyor Sivaslı, Malatyalı, Urfalı, Anteplilerle dolu. Kimi masalarda Türkçe konuşulmuyor. Kap kara tenli insanlar tırnaklarının ucu kap kara kir içinde. Yaşlıların bıyıkları sararmış, öksürerek tütün sarıyor sarıyor yakıyorlar.
Hakir gördüğünden değil olmamışlığından, kafasında canlandırdığına uyduramadığından bir hayal kırıklığı Celal'deki. Orhan Kemal romanları Adana'yı anlatır. Ama yetmişlerin, seksenlerin Adana'sıdır burası. Yıl 2024 halen bir şeyler değişmemiş. Hani kağıt kalemi alsa yazacağı şey Orhan Kemal'leri, Fakir Baykurt'ları taklitten öte geçmeyecek. Yok diyor Celal buralarda yazacak şeyler de yok. İşte yok. Fabrika işi kölelik. Zor iş. Hayallerindeki de bu değil. Çekip gitmeli köye dönmeli. Burada işsiz güçsüz aylaklık ederek olmaz. Abla koyar kapıya hadi sağlıcakla kal.

Yola ne diye düştü gerçi ta en başından? Tiyatroya uğrasa ya? Hem belki Gökçe'ye rastlar ya, tanır mı acaba? Sahip çıkar mı? "Aa sen o Maraş dağlarında karşılaştığımız.." der mi? Umutsuz aşk hepsinden beter. Köye gelen o tiyatro oyuncusu kız. Celal’in aklına köyden çıkma fikrini getiren o kız. Dağların ardını sorduran o kız. Burada olmasının asıl sebebi olan o kız. Ne de güzel, ne de duru. Aşık mı oldu? Tövbeler olsun.
Olmadıysa işi ne buralarda? Hayatını kuracak. Yıllar yılı köyden dışarı adımını atmadı. Yetti gayrı yabancı kaldı her şeye. Bunu aşacak. Kafamda büyütmüşüm diyecek dağların ardı o kadar bela değilmiş.
Bu kadar derdin arasında oturup tiyatroya gitmek gamsızlık geliyor Celal'e bu. Hem hazır değil. Ya Gökçe oralardaysa? Noksan çıkmamak gerek karşısına. Düzen kurmak gerek onun için de evvela para gerek. Ne yapmalı etmeli bir çıkar yol bulmalı?
Kahvede otururken bunları düşünüyor Celal biri sesleniyor sonra "Kimlerdensin?" tütünle yaktığı gırtlağından gelen kemikleşmiş bir sesle soruyor soruyu. Sanki ses bir insan sesi değil de bir traktör sesi, bir kamyon egzozu. "Ablama geldim."
"Ablan kim olur?"
"Seyit Ali'nin hanımı."
"Ha şu Seyit Ali, Afrika’daki?"
"Doğrudur."
"İyi hoş geldin çay iç."
"İçtim dayı sağol."
"İyi ne iş yaparsın."
"İş arıyorum yeni geldim."

"İş çok." diyor dayı.
Zaralı diyorlar dayıya. Seveni çok. Bir gözü her daim televizyonda. Televizyonda da tay tv açık. Dayı sigara dumanı savura savura konuşuyor Celal'le.
"İş çok, çalışırsan çok. Dikkat et pisliğe bulaşma. Seyit Ali gelmeyecek mi?"
"Bilmem ki dayı gelir herhalde."
"İyi iyi." İyi bir süzüyor Celal'i Zaralı.
"Ararsa selam söyle Zaralı'nın selamı var sana de. O tanır beni."
"Söylerim dayı."
Tütünden bir fırt daha alıp öksürmeye başlıyor Zara'lı. Felaket öksürüyor.

Zaralı, Sivas'lıyım demiyor sorana, hep Zara'lıyım diyor. Zara'yı Tokat sananlar, öyle bir il olduğunu sananlar olmuş sonra sonra herkes öğrenmiş Zara Sivas'ın nahiyesidir.
Ama bu mahallede Sivas Zara'ya bağlıdır. Dede memleketi öyle anlatır ki oralar Adana'dan yeğdir. Ha memleket de memleket. Başka bir şey ağzından düşmez bir adam Zara'lı dedikleri.
Zaralı'nın muhabbeti kahvede oturanları kendine bağlar. Kağıttan, taş dizmekten başka bir işi olmayanlar oyun arasında veya bir diğer oyuncuyu beklerken Zaralı'ya kulak kesilir. Yıllar yılı Zaralı memleketindeki  bütün insanları, memleketin o doğasını destan gibi anlatıp durmuştur. O kadar anlatmıştır ki bazıları ezberlemiştir bu anıları. Olur da Zaralı’nın kafası şaşar akı kara karayı ak anlattığı olursa hemen düzeltirler onu. O da kendisini düzeltip ilk defa anlattığı heyecanla anlatmaya devam eder.
Bu kadar anlatmasını memleket özlemine vuranlar oldu
"Var köyüne dön Zaralı!" dediler bir gün. "Yolun sonu görünüyor "
"Yapacağım işler var daha. Buralara yolum düşmeden aklımda olanların onda birini yapamadım. Yapmadan dönmem! Memleket oraysa da imkan bura." diye cevap verdi o da.
"Ömür geçti Zaralı!" dediler. "Ömür geçti!"
"Geçsin," dedi. "En azından yolda geçti. Ya daha yola çıkmamış olsaydım?"

Celal için Zaralı'nın anlatıları şehrin keşmekeşliğinden bir kaçış noktası. Bir dinlenme durağı. Fabrikalardan, soluk sıvasız tek katlı binalar, mutsuz gergin ve fakir insanlar arasından çıkıp gittiği yegane yer işte bu yaşlı adamcağızın her gün ama her gün oturduğu o kahvehane köşesi oldu.
"Efendicağızıma bir gün bizim Zara'da.." diye başlayan anlatıları o da ezberler oldu.
Bir hün nereden çıktıysa bir kamyon şoförü uğradı kahveye. "Dayım da palavrayı iyi sıkıyor. Ben defalarca geçtim oralardan. Hiçte öyle aham şaham yer değildir senin Zara dediğin. Ha ora ha bura fark görene aşk olsun. Her yer nasılsa orası da öyledir işte. Bir bozkır ortasında viran bir iki bina, her bozkırın insanı gibi insanlar işte. Çoğunluğu da fukaradır. Hiç öyle destansı şeyler yaşayan insanlara da benzemezler."
Büyüyü bozdu kamyoncu. Herkesi o destansı anlatıdan çıkarıp bugünün gerçeğine geri getirdi. Sesler yükseldi kalabalıktan. "Saygı duy birader!" , "Kesmesene adamı be!"
Herkes bu densize bir içerlemişti ama o gün ne olduysa Zaralı’ya oldu.
  "Doğru doğru ya, kaç yıl oldu belki elli seneyi aşkın gitmedin görmedim. Görmeyince uydurdum hayal ettim, nasıl bilmek istiyorsam öyle sandım, öyle hatırladım anlattım. Oysa oysa bizim Zara'da İç Anadolu’nun bir ilçesinden bir şehirciktir. Dediğin doğru her yer nasılsa orası da öyledir işte. Ama ben düşümde periler diyarı saydım. Kendim inandım etrafımdakileri de inandırdım. Göz göre göre yalan söyledim. Esasen ben zamanında buralara gelirken buraları nasıl hayal ettim ise şimdi de orayı öyle düşledim. Ben nerede değilsem aradığım orda sandım. Haklısın oğlum, sen haklısın."
O vakitten sonra sustu Zaralı. Onu dinleyenleri egzoz dumanlarına, fabrikaların makine seslerine, şehrin gümbürtüsüne terk etti. Aynı yerde bir müddet daha oturmaya devam etti. Sonra kahveden eli ayağı çekildi. Nerededir diye sordular. Memleketine döndü dedi kimisi, kimisi emri hak vuku etti dedi. Kimisi başka kahvede oturur artık dedi. Zaralı’nın nerede olduğu kahvede başka bir destan oldu çıktı.


"Enes Öz."