On Dokuz Dal


 Elim ayağım titreyerek söndürdüğüm sigaranın hemen ardından pakette kalan sonuncusunu da çıkarıp yakmaya çalışıyordum.  Yanımdaki ahbabımdan çakmak istedim. Benimki artık yanmıyordu. Çakmaktaşları aşınmıştı.

 Ardı ardına sigara yakmak benim stresli durumlarda durduramadığım yeni kazanılmış bir obsesyonum.

 Çok şükür sigara diye birşey vardı da biz kendini öldürmek isteyipte korkanlar için çözüm oluyordu. Ardı ardına yakıp somurduğum her sigara dalında ölüme daha çok yaklaşmanın mutluluğu vardı içimde. İçimi, bedenimi çürüterek defolup gidecektim bu hayattan. Ölecek olmak, bütün bu saçmalığın sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyor olmak bana huzur veriyordu. Çok şükür ölümsüz değildik.

 Bana yapılacak en büyük kötülük beni ölümsüz kılmak olurdu. Bu absürt hayatın içinde müebbet yemiş olurdum.

 Bütün bu stresin nedeni henüz birkaç dakika önce masada büyük bir rezillik çıkarmamdan ileri geliyor. Çıkarırken gözüm birşeyi görmemişti. Fevri hareket etmiş, ağzıma geleni söyleyivermiştim. Sanki yıllarca içimde hayata ve insanlara karşı birikmiş ne kadar öfke, ne kadar haset, ne kadar hesaplaşılamamışlık varsa o alakası bile olmayan insanların yüzüne yüzüne kusmuştum. Bir sinir krizi geçirir halim vardı. Sonra duraklamış ne yaptığımı düşünmüştüm. Hatta bir vakit anlamamıştım ne yaptığımı ama iş işten geçmişti. Evet şuan tam da o andayız işin işten geçtiği anda.

 Herşeyden önce bu buluşmaya istemeyerek gelmiş değilim veya buluştuğum insanlar benim düşmanım, daha önce aramızda tartışmalar geçirdiğimiz kimseler değil. Hepsi de ahbabım. Sohbetimiz süresince bana kırıcı sözler söylededikleri de olmadı.

 Yalnız ben uzun süredir hayatımı, evden ancak işe gitmek için çıkan biri olarak geçiriyorum. İş yerinde de kimseyle konuşmam. Kendimi bir tür karantinaya aldım. Algılarımı kapattım. Bu benim kendi seçimim.

 Az önce kendisinden çakmak istediğim arkadaşımın beni araması ile başladı herşey. O adam gelip benim zardan kabuğumu kırdı.

 Eskilerle toplanacaklarmış bende gelecekmiymişim? Kabul ettim. Kabul ederken bir an eski günlere döndüm. Hepimizin hala lisede olduğu zamanlara. Sanki teklif bana o zamanlardan edilen bir teklifti ve ben buluşmaya bir ergen olarak gidecek hala liseli olan arkadaşlarımla buluşacaktım. Bir zaman yolculuğu teklifini kabul etmiş gibiydim.

 Liseden sonra görüşmemiştik doğru düzgün ama birbirimizden hep haberimiz vardı bu ahbaplarla. Kim evlenmiş, kim nerede işe girmiş, kim taşınmış bilirdik. Bilirdik ama görmeyince kestiremezdik durum nedir ne değildir. Sanırım hata burada başladı.

 Buluşmaya gidince ortamın artık lisedeki gibi olmadığını, herkesin kendine bir hayat kurduğunu fark etmiştim. Biz artık eşit değildik. Farklar vardı. İlk dalı böyle yaktım.

 Ah lise günleri... Önümüzde koca bir hayat var, imkanlar, hayaller, hedefler. Herşeye enerjimiz ve isteğimiz var önemlisi.

 Aslında güzel falan değildi lise yılları da. Kavga ve gürütüyle, ergenlik bunalımları ile geçen ama uzaktan bakınca atlatıp bitirdiğimiz için güzelmiş gibi gözüken zamanlar. Güzel olan tek şey hayata dair ümitlerimizi henüz yitirmemiş olmamız sadece. Hayata renkli bakmamızı sağlayan sadece o.

 Olaylar yurtdışından dönmüş bir arkadaşın başından geçenleri hevesle anlatmaya başlamasıyla cereyan etti. İkinci dalı böyle yaktım.

 Gezmiş tozmuş, anılar biriktirmiş, orada bir sevgilisi bile olmuş, bilmem neler olmuş...
O anlattıkça hayatın çoktan unuttuğum tadını anımsamaya başlıyordum. Bir vakitler ucundan kıyısıdan bende tatmıştım bu zevkleri. Devamını getirememiş, şimdilerde ise hatırlamaz dahi olmuştum.
Arkadaşın anlattıklarını dinlerken üçüncü dalı da yaktığımda birşeylerin ters gittiğini fark etmem gerekiyordu. Ben normalde sigara bile içmezdim.

*

 Arkadaşım anlatıyordu. Gittiği sanat fuayelerini, tiyatroları, katıldığı kursları, işinden memnuniyetini, insanların kendisine ne kadar saygı gösterdiklerini..
Dördüncü dal...

*

 Gerçekten insan gibi yaşıyordu. Bir insana yakışır bir yaşam tarzıydı. Olması gereken buydu. Benim gibi bir robot, tarla tapan süren bir öküz edasıyla yaşıyor değildi.  Geziyor, öğreniyor, katılıyor, üretiyor, saygı görüyordu.
Beşinci dal...

*

 Gerçektende bir hayvandan farkım yoktu. Bir öküz sürme işini bitirdiğinde gelir ahırda işe devam edebilmesi yemini yer, suyunu içer, bir müddet yatar, ertesi gün tekrar kuşanırdı sabanını. Bunun ötesi bir yaşamı yoktu öküzün.
Altıncı dal...

*

 Yedinci dalı yaktığım an birşeylerin daha da beter hale geleceğini anlamam gerekiyordu. Yine anlamadım lakin arkadaşlarım bu içişimin normal olmadığını söylemeye başlamışlardı gülüşerek.

 Bir şeyler söylemeden suskunca masadakilerin konuşmalarını dinliyordum. Hiçbir kelime ile dahi katılmıyordum anlatılanlara. Benim anlatacak bir hayatım yoktu.

*

 Sekinzinci dalı söndürüp adeta yerinde duramaz bir hale gelen bacağımı sallayıp dururken dokuzuncuyu yakıyor, gelmekte olanın artık geleceğini ve bunu engelleyemeyeceğimi hissediyordum.

*

    On...
 Nasıl olurda beraber aynı sıralardan geçtiğimiz bu insanlar benden bu kadar farklı bir hayat yaşarlar! Ben nasıl başarısız olmuştum! Nasıl adamdım lan ben!

*

 On bir...
 Bende ne suç vardı? Her haltı denemiş ve defalarca yıkılmış en sonda kendime yalnızca düşmemek için tutunacak bir dal parçası bulmuştum. Orayı tutma nedenim ise ölüme olan korkumdan ileri geliyordu. Oysa bu insanlar, ahbaplarım, benim gibi her günü ölüm düşünceleri ile geçeriyor değildi. Ben uyurken, öldürmüşken kendimi henüz ölmeden, insanlar yaşamaya devam ediyordu.
Herkes ilerlemiş ben yerimde saymışım. Başarısız olacağıma o kadar inanmıştım ki bu inançla başarısız olmuştum!

*

 On iki!
 Ben neden kendimi gerçekleştirememiştim! Neden bu kainatın tüm nimetlerinden uzak yaşamak zorunda kalmıştım! Onları benden ayıran neydi! Çabalamamışmıydım! Çabalarımın izleri hala alnımdaki kırışıklıklarda ve göz altlarımdaki morluklarda gizliydi! Üstelik saçlarımın bir kısmını da bu yolda dökmüştüm!

*

  On üç!
 Bugün rahat edersem geri kalanını zor geçireceğim, şimdi zorlanırsam gerisini rahat düstüru ile bana verilen tarlayı ekmek ve mahsulümü büyütmek için var gücümle mücadele etmiştim.
Bana verilmiş olan tarlanın çorak,kıraç, susuz, ne kadar uğraşırsan uğraş üstünde ot bile bitemeyecek bir tarla olduğunu, bütün emeklerimin boşa gittiğini en nihayetinde hasat mevsimi geldiğinde anlayabilmiştim!
Bazılarının arazisi ise bütün yıl yatıp bakmasan dahi yemyeşildi. Ve bende bu adaletsizliğe karşı o tarlaları yakardım!

 Kafamın içinde bunları düşünürken ben; aslında ayağa kalkıp küfürler ve hakaretler içinde önümde ne varsa dağıttığımın, bardakları fırlatıp, masayı devirmeye çalıştığımın farkında bile değildim. Defolun diye bağırıyordum defolun!

 Oysa ne suçu vardı onların! Ben salak,  anlatılan herşeyi kendime birer hakaret ve laf sokma çabası gibi anlamamışmıydım! Tüm suç bende değilmiydi! Hepsinin çekip gitme nedeni, benim çoktan delirmiş olduğuma kanaat getirmekten ve uğraşmaya değmeyeceğine inanmaktan başka ne olabilirdi?

 Aslında bende onlarınki gibi bir hayat istemiyormuydum? Hayatımı bu kıç kadar, evlerinin duvarları bile boyasız, iğrenç mahallede; tek dertleri daha lüks eşyalar almak ve birbirlerine nispet yapmak olan cahil cühela insanlarla bir arada geçirmemek istemiyormuydum?
Bir ideal uğruna yaşamak, ait olduşun yerde ve aidiyet hissettiğin insanlarla olmak istemiyormuydum ben. Yerimde saymamak, ilerlemek, üretmek, katılmak, tartışmak, yaşamak evet yaşamak istiyordum. Oysa, oysa şimdi ancak hayatta kalabiliyordum. Fark buydu. 
Yalnızca bir defa dünyaya geliyor insan ve o hayatı da hiçbiryere varmayan gündelik dertlerle geçirmek niye? Anlamsız değil mi bunlar?
Kaçmak için çabalamamışmıydım ben bir zamanlar?

 Ama o kadar uzun zaman önce buradan kurtulamayacağımı fark etmiştim ki bu mahalle benim tek gerçekliğim olmuştu. Zaten her yer bu mahalle gibiydi. Ne farkı vardı? Hayat böyleydi! Er yada geç kabul etmek lazımdı, herkes böyle yaşıyordu.
Arzusunu ettiğimiz hayatlar göremeyeceğimiz kadar uzaktaydı ve belli başlı bazı insanlar ancak öyle yaşardı. Ulaşmak imkansızdı...

 Uzak sandığım burnumun dibindeydi! Aynı sırada oturduğum arkadaşım yaşıyordu! Esas istediğim milyarder olmak değil, insanca yaşamaktı hepsi bu! Ama ben, insanca yaşamayı bile gözümde büyütmüştüm. Büyütmüştüm ama ulaşamadığım içindi zaten bu. Ne yaparsam yapayım insan gibi yaşama mertebesine erişememiştim.

 İşte sohbette geçen her şeyin adeta bana küfür gibi gelmesi de bundandı! Öfkemin kime, neye yönelik olduğunu dahi kestiremeden çoşmuştum.

*

     Son dal...
 Kendime gelene kadar on dokuzu tüketmişim.
İşte son sigara da bitmek üzere. Garson bana mekandan ne zaman defolacağımı sorarken bende bu işin böyle olmayacağına kanaat getirerek, önce nargileci Cemo'ya gidip aynı anda üç nargile içerek kahrolası gelmek bilmeyen ölümümü yaklaştırmak, ardından da bende dahil içinde kimsenin insanca, insan onuruna layık bir şekilde yaşayamadığı o köhne mahalleyi yakarak, en azından insanca yaşayabilenlere yer açmayı, onların rahatını arttırmayı planladım. Bu onların gözünde bir tür haşere temizliği olacaktı.

 Benim gibi hayatı bitmiş olanlar çıkıpta yaşayamadığı hayatlarının acısını çıkarır gibi yaşayanların da yaşama sevincisi kursaklarına tıkmayacaktı en azından bir daha.

 Ben ki Nero'nun yeniden ete kemiğe bürünmüş hali, yakarken ortalığı şunu haykıracaktım;
"Ey insan! Sen kendi ırkını köleleştirdin ve bunun farkında değilsin uyan! Uyanmazsan eğer bu ateş seni de yakar!"


"Enes Öz."