Melike
Çocuğuz o vakitler. Bir tren rayı görüyorum evin yakınlarında, oysa bu şehirde tren yok diye biliyorum ben. Heycanlandırıyor beni raylar. Ortaokul sondayız o zamanlar.
İlk Nurcan öğretmen söylemişti "Maraştan tren geçmez." diye. Sonra da annem tekrarlamıştı aynısını. Biliyordu annem beni, kafasını çok şişirmiştim trene binelim diye. O da her defasında tekrarlamıştı "Maraştan tren geçmiyor."
İşte bulmuştum sonunda! Tren geçmeyen şehirde rayların işi ne? Basbaya geçiyor tren ama onların haberi yok!
Rayları keşfettim ya içim içime sığmıyor. Ray buradaysa elbet tren de yakınlardadır. Treni de bulmalı. Yanımda bir şahitte gerek bana. Sonra sınıfa gidip öğretmenin yanıldığını kanıtlamalı. Böylece de gözüne girmeli Özge'nin.
Kızların kız olduğunu ilk fark ettiğimiz yaşlardayız. İçimizde adını koyamadığımız bir istekle, ilk aşklarımızı yaşadığımız çağdayız.
Rayları takip edip treni bulmalı, bulmalı ama tek başıma cesarette edemem. Küçüğüm o vakitler ve dünyam mahallemden ibaret. Mahalleden çıkmak için sayıca çok olmak, iki yarım insandan bir tam etmek gerek.
Arkadaşımın yanına gidip büyük sırlı keşfimi paylaşıyorum onunla. "Trenler bu şehire de uğruyor." diyorum.
O kayıtsız ve ilgisiz. Trenlerin şehre uğrayıp uğramadığı pek umrunda değil. Benim umrumda çünkü hem herkesin yanıldığını kanıtlamalıyım hem o zamanlarki bana göre bir yerden bir yere gitmenin tek yolu trenlerdir. Karayolları güzel yerlere götürmez sizi.
Çocuğum ve yaşadığım şehirden hiç çıkmış değilim. Hülyam o ya, trene binip çıkıp gideceğim bende! Gittiğim yerlerde de türlü türlü maceralar yaşayacağım elbet.
Arkadaşıma trenler hakkındaki kendi uydurduğum destanları anlatıyorum ikna olması için. Lokomotifi bulunca ona atlayıp çıkacağımız maceralardan dem vuruyorum. Neyseki dostum da en az benim kadar hayalperest, beşe on da o katıyor.
Kararlaştırdık okuldan sonra raylara gidip yürüyeceğiz.
Okuldan çıkıyoruz. Sırtımızda çantamız, üstümüzde mavi önlüğümüz, boynumuzu kesen beyaz yakalıklarımızı çoktan çıkarmışız. Fakat Melike'de takılıyor peşimize.
Sınıfta kimsenin konuşmadığı, dişleri kırık, saçları birbirine girmiş, üstü başı kir içinde bir kız Melike dedikleri. Bu büyük keşiften haberi olmamalı kimsenin. Melike öğrenirse tüm sınıfa anlatır. Keşfimizin ele ayağa düşmesi bir yana Nurcan öğretmen bizim okuldan sonra eve gitmek yerine böyle dolaştığımızı duyarsa hepten hapı yutarız.
Şu Reşit Gümüşer'de Nurcan öğretmenin tokadının tadına bakmamış çocuk kalmamıştır. O zamanlar bilmesem de Kenan Evren'i, büyüyünce ne zaman hatırlamaya çalışsam Nurcan öğretmenin simasını Kenan Evren beliriyor aklımda. İkisini çok benzetiyorum, astığı astık kestiği kestik. Dövüle dövüle köreltilmiş çocuklarız, bugünkü halimiz yine iyicedir vesselam.
Raylara geliyoruz artık, devam etmeden önce Melike gitti mi diye bakıyoruz. Halen arkadamızda! Tek katlı bir evin bahçe kapısını açmış içeri girmek üzere. O vakit anlıyoruz meğersem Melike bizi takip etmiyormuş. Onun evi bu rayların neredeyse hizasındaymış. O da eve girmek yerine bahçeden garip garip bize bakıyor. Ne yaptığımızı çözmeye çalışıyor muhtemelen.
Arkadaşıma ekibe yeni bir kişiyi dahil etmemiz gerektiğini söylüyorum. "Bu raylara bu kadar yakın oturduğuna göre treni de görmüştür muhakkak."
Arkadaşım Melike'nin bizi ihbar edip etmeyeceğinden şüpheli benim gibi. "Hayır," diyorum "Biz Melike'nin tek arkadaşları olacağız. Bizi kaybetmemek için sırrımızı kimseye vermeyecek."
"Ya diğerlerinin ilgisini çekmek için ilk bizi harcarsa?" diyor arkadaşım, haklı. Çocuk dediğin varlık Adolf Hitler'e rahmet okutacak kadar faşist ruhludur. Topluluğa dahil olmak dışlanmamak için herşeyi yapar.
Bir çocuk diğerlerine göre fakir mi? Ne o yarık dudak doğduğu için yüzünde belirgin bir dikiş izi mi var? Sınıfa yeni birisi dahil olup bütünlüğümüzü mü bozdu? Gözlük mü takıyor? Kilolu mu yoksa fazla mı zayıf? Çocuklar için bulunmaz fırsat. Onu dışlamak, her fırsatta öteki olduğunu yüzüne vurmak, duyulmadık aşağılamaları sarf etmek, dalga geçmek, hatta yeri gelip dövmek. İşte dünyanın en saf varlıkları olarak adlandırılan çocuk milleti Nazi SS subayları ile böyle aynı kandandır.
Melike pejmürde görüntüsü yüzünden dışlanmış bir kız. Ama bizim gibi düzeni bozup öğretmenin sözünden çıkan maceraperest ikiliyi ihbar ederse öğretmenin takdiriyle beraber diğerlerinin saygısını da kazanabilir. "Demek iki mankafa düzeni bozmaya çalıştı ha?" Filmin geri kalanını tahmin etmek mümkün.
Raylara bakıyoruz sağlı sollu sonu görülmez şekilde uzanıp gidiyor. Ne tarafa yürüyeceğiz? Birimiz bir tarafına diğerimiz diğer tarafına yürüse? Treni bulsak nasıl haberleşeceğiz? Yarın okulda haberleşiriz. Ya ertesi gün gittiğimizde tren orda olmazsa? Bulmuşken kaçırmamak gerek. Hem ayrılamayız, birimiz kaybolursa ötekimiz ne diyecek? Nasıl hesap verecek?
Melike'ye güvenmek gerek. Biraz sonra üç maceraperest yola düşüyoruz. Melike treni görmüş. Hemde çok kere görmüş. O önde biz arkada yürüyoruz. Yürürken de ballandıra ballandıra anlatıyor bize "Bir görseniz kapkara, demirden at gibi böyle en büyüğünden. Tren hep bizim evimizin önünden geçerdi, gümbür gümbür, yer titrer. Babamda trende çalışırdı o zaman."
Ben küçükken babamla çok gezerdik. Bu rayları babam sıkardı hep. Her gün tek tek eliyle sıkardı. Çok güçlüydü babam, yaa öyle işte. Demire laf geçirmek kolay mı? Tren hep bizim evimizin önünden geçerdi, gümbür gümbür, yer titrer."
O anlattıkça içim içime sığmıyordu. Hayatımda ilk defa bir treni canlı canlı görecektim. Kocaman, heybetli, güçlü bir şeyle karşılaşacak olmanın heycanını yaşıyordum. Acaba hangisini görecektik, hangi trenlerden? Dumanlar çıkaranlardan mı yoksa kırmızı dumansız olanlardan mı?
Acaba tren Maraş'tan çıkar da nereye gider? Geri de döner mi? Eve giderim, bir çanta hazırlarım. İçinde kıyafetler, yiyecekler. Keşke bugün alsaydık kantinden. Arkadaşım acaba treni görünce vazgeçer mi yolculuk fikrinden? Ya Melike'de bizimle gelmek isterse? O olmaz işte.
Ne zaman sonra "İşte," diyor Melike, parmağıyla ileriyi gösteriyor "Orada!"
Evet ileride gerçekten de trene benzer bir şeyler var. Adımlarımızı hızlandırıyoruz. Hani bu şehire tren gelmezdi? Basbayağı bulduk işte onu! İlk iş annemlere anlatacağım keşfimi, koşuyoruz nefeslerimizi tutarak.
Rayların üstünde özgürce gidip gelen bir tren değil Melike'nin tren dediği. Eski bir lokomitifi alıp binanın önünde birkaç parça rayın üstüne oturtmuşlar. Büsbütün maket bu. Etrafta bundan başka da trene benzer bir şey yok. Yalnız artık toprağın altında kapanmaya yüz tutmuş cılız raylar.
Eski binanın üstünde silik harflerle "Kahramanmaraş" yazıyor. Melike " İşte babam da burada çalışıyordu." diyor. Kapılara kilit vurulmuş, pencerelere tahta çakılmış. Gar binasıymış, terk edileli yıllar olmuş her yanında ot bitmiş.
Gerisin geri yürüyoruz boynumuz bükük. Raylar var gerisi yok. Gideli de yıllar olmuş. Ne treni bulabildik, ne maceralar yaşayabildik, ne de çıkıp başka başka şehirlere gidebileceğiz. Ne de haklı çıkabildim.
Dünya yine Maraş'tan, mahallemden ibaret. Dağların ardında, rayların ötesinde ne var ne yok meçhul.
Konuşmadan yürüyoruz, yağmur başlıyor. Koşmaya başlıyoruz Melike'lerin evine geldik ama bizimkine daha çok var. Yağmur durana kadar onların evine giriyoruz. Saatte geç oldu, bizimkilere ne hesap vereceğim?
Çantamız, önlüklerimiz sırılsıklam, botlarımız çamur içinde, su da almış içine.
Annesi evde yok, küçük bir kardeşi var Melike'nin, anlaşılan ablası gelene kadar buz gibi evde tek başınaymış.
Melike yağmurda dışardan odun çekip getirip sobayı yakmaya çalışıyor. Kardeşi de bir ablasına bir bize bakıyor şaşkın şaşkın. Evde kapının ardındaki halıların arasında sararmış koltuk değneği, yine duvardaki çiviye asılı yıpranmış demiryolcu şapkası.
Sobayla işi bittikten sonra Melike, mutfağa gidip az bir zaman sonra elinde bayatladığı her halinden belli ekmek parçası ile gelip ekmeği kardeşine veriyor. Sümükleri burnunda donmuş perişan haldeki çocuk, üstüne başına sürerek yarı dişsiz ağzıyla yavaş yavaş yemeye çalışıyor ekmeği. Ağzı o kadar küçük ki doğru düzgün ısıramıyor bile.
Yağmur yağmaya devam ediyor ama hava karardı kararacak. Eve gitmemiz gerek. Çıkıyoruz Melike'lerden koşarak evlere gitmeye çalışıyoruz. Biz çıkarken Melike yine evde kardeşiyle tek başına. Babası nerede, annesi nerede? Bilinmez.
Eve gidiyorum, ev sıcak. Annem yemeği hazırlamış. Önce kızsa da sırılsıklam halime, hemen getiriyor temiz kıyafetlerimi. Babam elinde ekmekle geliyor biraz sonra.
Fukaralıkla, kimsesizlikle tanışıyorum o gün. Babamın bir gün ölebileceğini, annelerin hep evde güzel yemekler yapıp, saçlarımızı tarayıp, dertlerimize derman olamayacağını, babasız evde hayatın yükünü sırtına alacağını öğreniyorum. Eve geldiğinde annenin evde olmaması ne demek, geç saatlere kadar anneyi beklemek ne demek onu fark ediyorum. Annesiz ve babasız bir evin soğukluğunu hissediyorum.
Daha çocuk yaşta sorumluluk almanın, şımaramamanın ne demek olduğunu görüyorum. Melike'yi durup dinlemeden dışladıkları için kendim de dahil sınıftaki herkesten tiksiniyorum. Sınıf farkının ne demek olduğuna şahit oluyorum, kendimden utanıyorum.
Treni aramak için çıktığımız küçük maceramızda hayatı karşımızda buluyoruz.
Bunu o zaman fark edemesekte büyüdükçe daha çok oturuyor herşey. Ben o gün artık çocuk olmaktan çıkıyorum.
Ödevlerini yapmadığı için Melike'ye her tokat attığında Nurcan öğretmenden daha çok nefret ediyorum. Dayak yiyen kendisi olmadığı için şükredip; yiyenle alay eden diğerlerinin, Nurcan öğretmene yaptığı her yalakalıkta kendimi daha da dışlıyorum sınıftan. Yabancılaşıyorum onlara. Bakıpta göremediklerini, asla da göremeyeceklerini, görseler dahi umursamayacaklarını anlıyorum. O gün ümidi kesiyorum halk denen insan yığınından.
Çocukların dayak yemediği, herkesin eşit ve kardeş olduğu bir dünyanın özlemini duyuyorum.
Yıllar geçiyor, babam annemle beni Türkoğlu tren garına bırakıyor. Elinde torbalar, çantalar ile bir sürü insan var. Tanıdıklar da var içlerinde. Tüpçü abiyi tanıyıp selam veriyorum. Pamuğa gidiyorlarmış ailecek.
Çok geçmeden olan gümbürtüsü ile tren gara giriyor. Aklıma treni arama maceramız geliyor o vakit.
Heycanlandırmıyor artık beni ne onu görmek, ne onunla seyahatlere çıkmak. Çünkü biliyorum, trenin gittiği her yerde en az bir Melike, bir Nurcan öğretmen ve yine o sınıf yine vardır. Üstelik büyümüşlerdir, dediği yaptığı ciddiye alınan kimseler olup topluma karışmıştır bu zehir.
Yalnız karayolları değil, hiçbir yol güzel yerlere çıkmaz. Mevzu treni aramak değil, onu doğru yerde beklemekmiş.
Vagona atlıyoruz. Tren hareket ediyor, annemle Adana'ya gidiyoruz. Hayatımda ilk defa Kahramanmaraş'tan çıkıyorum.
"Keşke," diyorum "Keşke çocukken çıkabilseydim bu yolculuğa. O vakit hayallerimle süslerdim ben dünyayı. Şimdi herşey korkarım çok gerçek."
"Enes Öz."
