El Arte de Vivir!
Kuru Kız
Yaşayamadan ölüp gitmek. Evet Kuru Kız'ın anlattığı tam olarak bu. Adını bilmediğimiz Kuru Kız'ın önce annesi, sonra babası en son da kardeşi ölür gider. Bu ölümler içinde en çok kardeşinin ölümü onda kırılma yaratır. Kardeşinin ölümünün ardından telefonuna baktığında iş yerinde ve halısahada çekilmiş bir iki fotoğraftan başka fotoğrafı olmadığını, konuştuğu samimi bir arkadaşı veya sevgilisi olmadığını fark eder. Yaşayamadan ölmüştür kardeşi.
Kuru Kız da ilerleyen yaşına rağmen mahallesinden çıkmış değildir. Tüm hayatı evde geçmektedir. Tek sosyal hayatı ise içten pazarlıklı, haset komşularıyla biraz zoraki geçirdiği vakittir. Şark kurnazı komşular Kuru Kız'ın akılca durgun olduğunu düşündüğü için onunla dalga geçmekte ve her daim iş buyurmaktadır. Kuru Kız çirkinliği, evde kalmışlığı, mahalledeki tek müstakil evde oturduğu(üstelik halen soba yakmaktadırlar) içn hakir görülmekte, ona hep üstten bakılmaktadır.
Kuru Kız mahalleli kendisini rakip görmesin diye kasten seme gibi davranmaktadır. Bu sayede onların ucuz kurnazlıkları ile içten içe alay etmektedir. Bunu mahalleli çok sonraları anlar.
Kuru Kız, Can Yayınları
Kuru Kız'ı mahallesine sığdırmayan ise internetle haşır neşir olmasıdır. İnternet sayesinde kendi yaşamının yaşanacak tek yaşam olmadığının farkındadır ama başlarda sadece izlemekle yetinir. Gezi videoları izler, kendini oralarda göremez hayatta kendini tutan şeyler vardır. Hasta annesi, yatalak babası ve sonrasında kardeşi. Sadece izler Kuru Kız.
Kardeşinin ölümünün hemen öncesinde kardeşi Kuru Kız'a evde kaldığı ve hayatına pranga olduğu için sitem eder. Bu Kuru Kız'ın ilk gerçek, kendi yetiştirdiği kimliğini açığa vurmaya başladığı anın önünü açar. Kardeşiyle köprüleri yıkan Kuru Kız önce evi komşularının evinde gördüğü kendince elit saydığı bir renge boyar. Sonraları adı sanı duyulmamış peynirler bulup tatmak için şarküterileri gezer. İçinde yaşamın ilk filizlenme anlarıdır bunlar.
Kardeşi kalp krizi geçirip ölür. Artık hayatında kendini tutan bir şey kalmadığını düşünür Kuru Kız. Bir nevi "prangasından" da kurtulmuştur. Kimsesi yoktur, bir hayatı yoktur. Kaybedecek bir şeyi yoktur.
Ailesinden kalan evi satar Güney Amerika'nın yolunu tutar.
Kitap yola çıkma ve risk alma cesareti veriyor. İçinde bulunduğu vaziyet zaten onu mutsuz ediyorsa nedendir gitmemek? Tabi gittiği yerde eski konfor alanını aramakta var. Herşeye rağmen kira vermediği, tek başına yaşayabildiği, günümüz dünyasında son derece lüks haline gelmiş kötü de olsa bir evi var. Gittiği yerde konaklama sorununu nasıl karşılayacaktır Kuru Kız? O bunu pek düşünmez. Tek isteği uzaklaşmaktır. Hayat bazen risk almaya değer. Umduğunu da bulur Güney Amerika'da. Mahalleli zayıf olduğu için kendisi ile dalga geçerken artık evlenmek diye bir ihtimal dahi düşünemezken geldiği yeni ülkede kendine bir hayat kurar ve evlenir.
Kuru Kız fakir ve kenar mahalle yaşam tarzından da çokca done barındırıyor. Cüzdanda bulunan uyduruk Aktan Gıda ve Beşler Giyim mağzası kartları, Üstünde Çolak Çit Sistemleri yazan kimsenin kullanmadığı takvim, eskise bile yıllarca atılmayan kıyafetler ve eşyalar, oturma odasının yarısını kaplayan hiç bir işe yaramayan vitrin. Kentsel dönüşümler, hacı hoca bağlantılı el ayak öpen iş adamları. Haksız hukuksuz olarak komşu arsalara çöken mafyadan bozma mütteahitler. Güneş görmeyen evler. Komşularının dut ağacından şikayet eden, kesilmesini isteyen ama meyve verince ilk kendi dalan mahalleli. Özel hayata gösterilmeyen saygı. Komşuların eve çat kapı gelmesi odaları, mutfağı karıştırması. Müşterinin dış görünüşü, boyu hakkında yorum yapan mahalle esnafı. Muhtemelen köfte ekmek diye soğan ekmek sattığı için evi sürekli soğan kokan köfteci. Yalan yanlış bilmeden etmeden para karşılığı Kuran okumasına rağmen kimse ne okunduğunu anlamadığı için Hocanım denilerek baş köşelere oturtulan kadınlar. Kadınlar arasında müstehcen konuşmaların sıkça dönmesi. Cinselliği görev olarak gören bıkkın kadınlar. Birbirlerine porno linki gönderen erkekler. Eve sadece yeme içme ihtiyacı kadar para bırakan baba. Hatta Kuru Kız 13 yaşında aldığı iç çamaşırını dört beş yıl boyunca giyiyor. En sonunda utana sıkıla bu ihtiyaç için de para isteniyor babanın aklına bile gelmiş olmayan bu ihtiyaç için.
Açıkcası Ayfer Tunç'un bu kitabı nasıl yazdığını merak ediyorum. Kendisi hakkında pek bilgim olmamakla beraber beyaz Türk denilen gruprakilere benziyor. Mahalle baskısı içinde geçen yoksul bir hayat yaşamamışsa şayet çok iyi bir gözlemci olduğu kesin.
Kuru Kız'ın öyküsünden çok ölen kardeşin hayatsızlığı etkiledi beni. Bilmem neden ama kendime yakın gördüğümden olsa gerek. Bu kardeşe çok benzer arkadaşlarım olmuştu. Hiç bir hayatı olmayan, eğitimi olmayan, ailesi dağılmış, zanaatıyla kıt kanaat geçinen. Ve bu şekilde ömrü doldurup sonra ölüp gitmek. Ve bende kendim bunlardan çokta farklı bir hayat standartına sahip değilim zaten. Hatta küçükken en büyük korkum büyüklerde gördüğüm bu hayatın içine düşmekti. Bu hayata düşmemek için ne gerekiyorsa yapmalıydım. Bugün biraz olsun farklı ise bir şeyler o günlerin çabası sayesindedir. İşte bu yüzden son derece gerçekçi anlatılmış fakir hayat standartları ve fakir kişisi beni çok etkiledi diye düşünüyorum.
Velhasıl bütün kitap necaset çukurundan çıkma mücadelesi aslında. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği, belki ümit yeşerteceği bir kitap. Şimdi yazımızın ikinci bölümünde bu ümitten bahsedelim.
El Arte de Vivir
Benim bu kitabı merak edip okumam ise şuna dayanıyor; son iki yıldır Ayfer'in adını duymaktaydım ama okuma sırası bir türlü ona gelmiyordu. Sonra dilini merak ettiğim tüm yazarlarda olduğu gibi öykülerini okuyarak başladım. Öyküler hoşuma gidince romanını okumaya karar verdim. Kütüphanemde bir kitabı vardı. O kitabı Kuru Kız sanıyordum Dünya Ağrısı'ymış. Dünya Ağrısı'nın konusu ilgimi çekmeyince sandığım Kuru Kız'a baktım. Güney Amerika'ya giden bir kızın hikayesi. İlgi çekiciydi. Bunun ilgi çekici olma nedeni ise benim de bir dönem Güney Amerika'ya temelli yerleşmeyi kafaya koymuş olmamdı.
Benim bu arzularım ise riske girmekten çekinmemle sonuçlandı. Asgari ücretli işe girip birkaç ay para biriktirip o bütçeyi bu iş için kullanmak. Çok riskli bir süreçti. Gideceğim ülkenin dilini bilmiyordum, daha önce yurtdışına çıkmamıştım. Gittiğimde beni karşılayacak kimse yoktu. Bütçem çok azdı. Fakat işsizdim, bulabildiğim işler ancak mültecilerin çalışacağı standartlarda işlerdi. Kendi ülkemde bile mülteciysem en azından başka bir ülkede başka bir mültecilik fırsatını neden değerlendirmiyordum? Arkadaşım yoktu, ailemle kavgalıydım. Ne kaybedecektim? Zaten her şey son derece kötüyken ben Türkiye'de ne bekliyordum? İşte 2019'un yaz tatilinde ve İzmir'e döndüğüm ilk aylarda bunları düşünüyordum. Bir akşam İnciraltı sahilinde hangi adımları atacağımı planladım.
Yapamamıştım. Üzülerek Facebook'taki Expats İn Uruguay grubundan çıktım. Sözde Uruguay'a yerleşecektim. Telefonumun dilini İspanyolca'dan tekrar Türkçe'ye çevirdim. Süresinin dolmasına bir ay kalan pasaportuma son kez baktım. Onu hiç kullanma fırsatım olmamıştı. Oysa ne kadar mutluydum onu alırken. Kendimi hayat sahibi, kendi hayatı üzerinde kudret sahibi biri gibi hissediyordum. Benim pasaportum vardı demek ki ben dünya vatandaşıydım. Demek ki benim hayatım bir mahalleye ve iş yerine bağlı değildi sadece. Çok büyük planlarım vardı bu pasaportla çok.
Günden güne ümitlerim azaldı ve sönüp yok oldu. İnciraltı'nda hayatımın ilerdeki iki yılı hakkında aldığım kararlar da başarısızlıkla sonuçlandı. Fethiye'de yeni bir karar vermem gerektiğine tekrar ikna oldum. Gökçeada son gezim oldu. Sonra ruhum öldü. Ben düzenli bir iş bulabildim ve evet, ilmektir boynumdaki. (ama ben kimsenin kölesi değilim. Tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya Tarantula'ymış benim adım diyecek de değilim.)
Son bir şarkı kalmıştı telefonda El Arte de Vivir (Yaşama Sanatı) Onu silmedim o günlerin hatırası olarak kalsın diyerek.
Tabi bunun kötü sonuçları da olabilir. Artık bilmediğiniz bir ülkedesiniz, belki son paranızı harcadınız, işinizden ayrıldınız yani gemileri yıktınız? Şimdi ne olacak? Fethiye'de işten çıkıp o kimsesiz sahilde kör karanlıkta otururken işte bunları düşünüyordum. Bunalmıştın ve çıktın işten, iyi de yaptın. Evet son kalan paranla buraya geldin. Şimdi ne yapacaksın? Sonsuza kadar bu sahilde uyuyacakmısın? Başka bir yol yok mu?
Kuru Kız gibi bir nevi benim Güney Amerika'm olan Fethiye Karaot Plajı. Orada sanki her şeyi bırakıp gitmenin küçük bir simulasyonunu yaşamış, hayatımı sorgulamış, yeni kararlar almıştım.
O gece, gündüzleri hayat dolu olan sahillerin aslında ne denli iç karartıcı olduğunu fark ettim. Akşamdı, etrafta hiç ışık yoktu. Şehir epey uzaktı, etrafımda büfe bile yoktu. Tatlı su yoktu, yiyecek bir şey yoktu. Arkamdaki ormanda domuzlar geziyor ve getirilip ormana atılmış aç köpeklerin sesleri yankılanıyordu. Deniz soğumuştu, gündüz bile deniz bitkisi ve canlıları ile dolu olan su Allah bilir şimdi ne tür varlıklara ev sahipliği yapıyordu. Dalgalar da köpürdükçe köpürüyor sahili dövüyordu. Aslında yaşama hayvanlar kadar bile uyum sağlamış değildik. Bize sirenler gibi çağıran doğa en yaban haliyle bize düşmandı.
Hayatla kumar oynamak kötü sonuçtan bile zevk almayı bilmeyi gerektirir. Kumarda batmış kişilerin savunması "Eğlenceme oynadım geçtim." diyebilmek. Bu da sanırım biraz gamsızlık gerektirir. Oysa ben, ve benim gibi olanlar, başımıza yeni çoraplar örmesin diye var gücümüzle hayatı kontrol etmeye çabalarız. Stabilite huzur verir. Zaten benim de aradığım belki stabiliteti sağlayabilecek bir ortammıştır.
Benim Fethiye Karaot koyunda yaşadıklarımı düşününce Rio'lu B Planı sizi eskisinden daha kötü bir ruh haline de sokabilir. Hayatınız kötüydü (hava soğuktu). Kaçıp gitmeye karar verdiniz. (Kısa bir an elde kalan son odunları da yakıp ısındınız.) Sizi tutanlardan sıyrılıp elinizde kalanlarla hayatın tadına tekrar vardınız. (Artık sıcağa daha da alıştınız.) Bu güzel şeylerin devam etmesini istiyorsunuz. (Odunlar yandı bitti tekrar soğuğa alışmanız gerekecek üstelik artık odun da kalmadı.) Gezip eğlenecek ve yeni bir hayata başlayacak imkanınız yok. Geri dönecek bir düzeniniz de kalmış değil.
Diyorum ya kumar, ya herro ya merro.
Ama artı yanına bakalım; diyelim ki İsa Heykeline geldiniz ve kısa bir süre sonra zorlukları, belki daha fazlasını tekrar yaşamaya başladınız. Sorun yok zaten ölmek istiyordunuz. Artık Rio'yu görmüş bir ölüsünüzdür. Rio bir ümitti, çare değil. 🙂
***
Alıntılar
•Soru sormak akıl belirtisiydi çünkü, bu belirtiyi göstermek istemezdi.
•Aptal olmak üzücüydü ama aptal görünmek özgürlüktü.
•Bir takım yetkili yetişkinlerin genç ruhları ha dım etmek için var güçleriyle çalıştıkları yerlerdi okullar.
•Kendisi de böyle bir hayat istememişti. Ama hayat böyle bir şeydi, başına gelen, kuramadığın, yapamadığın. Kimseye nasıl bir hayat istersin diye sorulmuyordu.
•Kardeşinin hakkı olan hayattan zevkli bir yudum bile alamadan gittiği için çok acı çektiğini söyledi.
•Tanrısı dünyaları çok küçük bu insanlar için üzülüyordu. Zor bir hayat yaşadıkları için düşüncelerinin de küçük olduğunu söylüyordu. Bu konuda tanrısıyla anlaşamıyordu, kendisi de zor bir hayat yaşıyordu ama onlar gibi değildi.
"Enes Özen"







