Kürk
Bir ses geliyor kim söylüyor? Söyleyeni belli değil. Karanlıktayım bir dağ tepesinde büzülmüş haldeyim. Ses son derece cılız sanki topraktaki karınca söylüyor. O kadar sessiz ki ortalık esen rüzgarın sesini bir kaç kilometre aşağıdaki denizin dalgalanmasını duyabiliyorum. Diğer seslerin kaynağı belli ya bu ses? Kulaklarım yanılıyor olamaz. Sanki yerden geliyor. Gaipten veya göklerden gelip boşluğu ense köküme indirecek bir sesten başka bir ses bu. Toprak konuşuyor gibi. Karınca diyeceğim geliyor ama bu soğukta karıncalar toprağın kat kat altında yaz boyu biriktirdikleri çiçeközlerini yemekte olmalılar. Keyiflenip bir şarkı mı tutturdular ki? Saçmalık, karıncalar şarkı söylemez.
Zaten bu kör karanlıkta insan herşeyi bir şeye benzetir. Gözü seçemez çalıyı adam sanır. Kulağı seçemez toprak şarkı mırıldanıyor der. Gün ayıncaya değin duyular işlevini büstbütün yitirir. Duyguların keşmekeşinden kurtulur zihin kendi özüne döner.
Toprak konuşuyor gün ağmasına daha çok var. Uykum gelmiş az önce halis gördüm. Mordan maviden adamlar havada uçuşarak bir şeyler tartıştılar. Bir tilki geçti şimdi bu muhakak ki düş değildi. Sesi vardı duydum, kürkünün ıslak kokusu vardı burnuma tüttü. Parlayan gözleri vardı gördüm. Ya bu ses ya bu ses bu devam eden ve artık daha da yükselen ses toprağın sesi diyeceğim geliyor artık zira buna da bir ad bulmalı artık gerçekse de düşse de neredeyse saatlerdir benimle.
Bir kadın gibi çok tiz sesli bir kadın, sözsüz şarkısı. Nida gibi daha çok. Artık karanlıktan düşüme şekil seçmiyorum. Artık koklamıyorum. Yalnız ve yalnız sesi dinliyorum. Günün doğumuna ne kadar kaldı?
Ses toprağın değil! Ses gaiplerin de değil! Neden? Öyle olsaydı sadece tek bir yerden gelirdi oysa şimdi dört bir yandan yankılamıyor. Yerden gökten. Sanki rüzgar taşıyor sesi. Rüzgar mırıldanıyor. Mırıldanmıyor baya baya şarkı söylüyor. Güneş ne zaman doğacak? Ne zaman görülecek önce mor sonra lacivert sonra maviye çalan rengi. Hani o bir zamanlar sabahlara kadar hoşça vskiy geçirip bir an pemcereden yüzümüze vurunca bizi zamana döndüren o mavi. Hani hiç doğmasın istediğin bir gün, yatağında uyumaya çabalarken birden gördüğün ve o korkulan anın geldiğini anladığın o mavi nerede kaldı?
Bu şarkı bir odun ateşinin başında oturmak gibi. O ateşte patates közlemek gibi. Bir bardak çay içmek gibi. Dost sohbetleri gibi. Bu şarkı... artık gün doğmayacak gibi.
Gün doğarsa ısınır değil mi toprak? Şimdi buza kesmiş kaskatı olmuş kumuna dahi beton dökmüşçesine sert olan o toprak yumuşar değil mi?
Birileri buralara muhakkak uğrar değil mi? Bir arkadaşımla bir dağ başına çıkmıştık yine böyle. Ve ben buralarda bizden başka kimse olamaz demiştim de tam o an yanıbaşımızdan geçmişti bir adam. O adam yine gelecek değil mi? Rüzgarın, toprağın, cihanın şarkısına güneşte katılacak değil mi?
Tilki gördüm. Yine geldi. Burnumun dibine kadar. Kokladı beni. Tüm vucudumu içine çekmek istercesine. Kahkahaya benzer sesler çıkardı sonra üstüne kırağılar dökülmüş alabula olmuştu tilki. Etrafımda dört sefer döndü. Diz çöküp gözlerimin hizasında uzandı bana baktı.
Göz kapaklarıma bir ışık. Yoksa mavi mi? Yoksa gün mü? Hala o ses, o şarkı artık tamamen müziğin içinde gibiyim. Gözlerimi açmak istemiyorum. Burnumun dibine bir ılık buhar vuruyor. Sesin içinde kayboluyorum. Ses beni kaldırıyor, beni sallıyor. Sarı gibi bir ses. Parlayan bir ses. Melek gibi bir ses. Kadın gibi bir ses. Bu ılık buhar, sesin teni. Sesin sıcak, sımsıcak nefesi.
Gün beni kucakladı, güneş beni sardı. Tilki o güzel mi güzel alabula tilki silkindi attı kırağı üzerinden. Bacaklarımın arasına uzandı.
Gün,
Doğmadı.
...
"Enes Özen"
