Dizin İstanbul



Bir hayalle gidersin umutların sırtında, gelene hoş geldin demez gidene eyvallah.

Umudumuzu sırtlamadan iki hafta önce...

Yine aynı güne uyanacağımı bildiğim aynısı bir sabahın teki. Teknolojinin zehirlediği biri 

olarak elimden düşmeyen telefonu elime yapışık halde bulup yastığın altından çıkarttım. Al 

işte! başımın çenesiz biri tarafından didilmiş derecede ağrısından belli. Böyle uyunur mu be 

oğlum? Akşam şişe şişe tekleyip dünyayı yıkacakken, çakırdan on beş dakika sonra sızan 

derdini sevdiklerim gibi. Neyse ağrıma ağrı katmak üzere telefonu açtım ve kumardan bela o

medyaya girdim. Hayatıma bir bok katmayacak insanların hayatıma yine aynı boku

katmayacak hikayelerine ortak olmak üzere baş parmağıma startı veriyorum ve koşu başlıyor;

-Birinci ayak, bir numarada Selver günün anlam ve önemine binaen sözlerle başlıyor. İki 

numarada son kuşaktan İpek, dün geceden kalma şaşalı doğum günü paylaşımıyla kendini 

gösteriyor, kimseye faydası olmayıp şarkılarla yaşayan balon dan şişme mini kabadayı ise 

üçüncülükte yer alıyor. Fakat o da ne, bir dakika o da ne? bu gözler buna inanmaz sayın 

gamyamcılar, Beşiktaş Kültür Merkezi resmi sayfası ‘’Beşiktaş Kültür Merkezi Oyuncu 

Seçmeleri’’ paylaşımı ile birinciliği de gönülleri de ele alıyor efendim, inanılmaz bir yarış 

inanılmaz bir sonuç.

Evet, böyle gelişti işte. Yataktan fırlamamla sevinç höykürmesini basmam bir oldu.

-Dur lan! daha seçildin mi ki seviniyosun? diyeceksiniz. Ne sandın ya...

Evet, evet skeçlerimi ve geçmişimden temiz özgeçmişimi yollayıp ilk turu başarıyla 

tamamladım.

-Bir dakika lan! E ben yol arkadaşımdan bahsetmemişim ya...

-Ha, dur! kısa kesmiştik orayı.

İşte, sahneden, tiyatro ekibimizden abim, arkadaşım, kardeşim, Cihat abimle, yol arkadaşımla 

birlikte ilk turu başarıyla geçip ikinci tura seçildik. İkinci tur da efenim İstanbul’da! Evet o 

böyük şeer İstanbul. Bağlayın kemerleri, Köyden İndim Şehire iki geliyor! Aldık biletleri 

heyecan dorukta, topuklarımız kıça vura vura koştuk otogara. Vardık efendim duygu hanı o 

mekana. Kimisi yavrusunu, kimisi yârini, kimisi kendini yolluyor uzaklara. Sanmayın sadece 

istasyondan ibaret, otogar bazen bir hayatın dönüm noktası, bazen pişmanlıklar ve bazen bir 

mecburiyetin uğradığı ilk, bazen son duraktır. İşte o vakit. Geçti, geldi iki hafta, bizimkisi de 

umuttan ya... bağladık umudumuzu sırtımıza direksiyon kaptanda. İkimizin de heyecanı 

birbirinden fazla, mutluluk arşa çıkmış, ikimiz de duruma şaşkın on altı saatlik bir 

sorgulamaya doğru giriyoruz. Otobüste kendimden habersiz daldığım her uykudan uyanışta 

rüya değil inşallah kontrolleri, ölsen çekilmeyecek o on altı saat otobüs kahrı her şeyine 

katlanabildiğin aşk gibi coşkulu gelirmiş insana. Çok gittik, yok gittik on altı saat yol gittik 

geldik efendim en sonunda Esenler’e.

Biraz olgunlaştıktan sonra yuvadan atılan kuş misali koca şehirde iki kuş nasıl kanat 

çırpacağız derken önce aç karnımızı doyuralım deyip oturduk otogarın girişinde bir simitçiye.

İstanbul’dur yutmasın baştan diyerek bir simit, bir çay, iki pipet söyledik büfeci ağbiye.

-Beraber misiniz? 

Dedi.

-Evet

Dedik, ters ters baktı.

-Ha bir dakika, yok artık! Öyle bir şey değil.

Diyerek açıklamamızı yaptık;

-Yok be kardeş o kadar da değil abartmışlar size Istanbul’u dedi.

On dakika sonra iki çay iki simite yüz liramızı bırakıp çıktık simitçiden. Neyse canım o 

kadardan da bir şey olmaz deyip kendimizi avutarak otogar çıkışı bir banka oturup canım 

annelerimizin evvelsi günden çantalarımıza yolluk niyetine koyduğu kekleri ve börekleri 

yedik. Allah’tan önceden gelmemiş aklımıza yoksa o yüz lirayı nasıl hiç ederdik... Doyurduk 

mu efendim karnımızı, aval aval etrafa bakınırken hemen ötede oyuna başla butonu edasıyla 

göze çarpan ‘’gir artık şehre’’ alt mesajlı metro tabelasıyla karşılaştık.

Heyecanla;

-Haa! bak buradanmış. 

Diyerek, öncelikle metro kartımızı çıkartıp artık resmiyette İstanbul’a girişimizi yapmak 

üzere içeri doğru geçtik. Tam kapıdan girerken yanımıza yanaşan amigo tipli herifin,

mimiklerini şekilden şekile sokarak;

-Çantalarınızı taşıyım mı ağbi?

Sorusuna, içten ve uyanık bir şekilde;

-S*ktir lan kolpacı, daha girmeden bizi çarpacaksın değil mi?

Dıştan sadece;

Eyvallah abi.

Yanıtımla karşılık verip artık gerçekten içeri geçtik. Tam girişte, kart çıkartma makinesinin 

önünde bizle aynı otobüste, aynı hizada yolculuk yapan has Maraşlı amcamızın, elinde bir 

kiloluk pul biberiyle;

-Lan nerden çıkartacaz biz bu İstanbul gartı?

Şeklindeki sinirli tepkisiyle karşılaştık.

Gerçekten nereden çıkartacağız biz bu kartı? Amca bağırmasa ben bağıracaktım ki gerek 

kalmadı, amcanın vücuduyla eş büyüklükte, önünde sakladığı makinaymış zaten. Yaşlılıktan işte, yapamadıysa... Neyse ki biz kartı çıkartıp metroya doğru geçtik. Herkeste bir telaş, 

herkeste bir acele. Etrafa bakıp gülerek;

-Ne bu acele oğlum ya, hayır yani o koltukları kapsan ne kapmasan ne? 

Dedikten yarım saat sonra Marmaray’dan Kadıköy metrosuna koşarken bulduk kendimizi. 

Ulan mesele koltuk değilmiş meğerse, biz hâlâ Maraş’tayız sanıyoruz kendimizi.

Çantalar sırtımızda sallana sallana;

-Demek ki bu kadar milletin içinde tek akıllı bizmişiz.

Diyerek koştuk Ayrılık Çeşmesi hattına. İstanbul’a kapağı atmış arkadaşımızın bizi 

karşılamasını beklerken biraz etrafı gezelim dedik ve başladık yürümeye. Yürüye, yürüye 

Moda’nın banklarında gazozlarımızı içip denizi seyrederken bulduk kendimizi.

Yanıma yaklaşan hayvan dilencisi martılara;

-Ne istiyosun? 

Kafasını salladıktan sonra elimde duran hardallı mısır patlağından bir parça koparıp önüne 

attım. Ağacın tepesinde pusuya yatmış karga martıdan önce yaptığı hızlı hamleyle patlağı 

gagasına alıp tekrardan üssüne çıktı. Martı kargaya, kargalar martılara kuruldu ve bu artık an 

itibari ile çete meselesine dönmüş bulundu. Kargalar elimdeki mısıra, martılar pusuya yatmış 

kargalara, güneş denize, Leyla Mecnun’a, Kerem Aslı’ya ben gözlüğümün kirlenmiş camına 

bakarken üstüme atlamaya hazırlanan martıdan irkilip mısırı fırlattım ve bir metre ötede, 

sahilin dibinde intihara kalkışan başka bir martının kanadına çarptı.

Ağır ağır soluna dönüp gözlerime bakan martıdan selam edasıyla elimi kaldırıp özür diledim

ve gözlerine baktığım anda tüm derdini anladım. Kafamı sola atarak;

-Çekil oradan.

Dedim.

-Eyvallah abi 

Dedi ve son mısır patlağını ağzına alıp yürüyerek oradan uzaklaştı. Evet yürüyerek, zaten

sahilin dibinde, arka fona Müslüm koysan bir de rakı isteyecek tavrından anlamıştım insansı 

özelliklerini olduğunu. Kime ne nasip, kime ne kısmet. Hayat işte.

Cihat abinin telefonuna gelen aramayla bizi karşılayacak arkadaşımızın;

-Neredesiniz? 

Sorusuna kırk yıllık İstanbullu gibi;

Moda’dayız, gel sen de.

Diye yanıt verdik.

-"Orayı nasıl buldunuz a** iner inmez?" dedi.

Bu a**’da cümle arası virgül gibi kullanılıyor ülkemizde. Onu geçtim, harbiden biz burayı 

nasıl bulduk lan?

Sektörün verdiği özgüvenle;

-O kadar dizi, film izledik canım avucumuzun içi gibi bilcez tabi.

Dedikten sonra bizi çağırdığı Oyun Atölyesi’ni bizden de turist iki ağbi, ablaya sorup, 

-Sorry, I do not understand.

Cevabını bile alamadıktan sonra telefondan sesli komut aracılığıyla Hâluk ağbinin mekanına 

geçtik. Buzlu mojitolar, hasret gidermeceler, hâl hatır sormalar derken seçme saatinin 

yakınlaştığını fark ettik. Biz ille de günü gününe, saati saatine orada olalım dediğimiz ve 

otobüse bir gün önceden binip o bir gün de dinlenerek ertesi gün seçmeye girmek aklımıza 

gelemediği için uykulu ve yol yorgunu Cihat ağbiyi kolumuza takıp seçmeye götürdük. 

Cihat abiye fark ettirmeden;

-Allah’tan benimki ertesi gün.

Diye geçirip, şükrettim içimden.

Geçtik efenim karşıya, bindik sırayla Sarıyer/Maslak otobüslerine ve bir saat sonunda vardık

artık UNIQ Hall’a.

Üstüne bir de pişkin pişkin;

-Biz bir saatte Maraş’tan Antep’e gidiyoruz zaten.

Deyip yersiz bir kıyaslamayla içeri geçtik. BKM Mutfak Atölye’yi ararken tam karşımızda 

kendisi belirdi zaten.

BKM Mutfak Tabelası bulunan restorana geçip kurulduk.

Garson ağbimizin;

-Ne istersiniz efendim? 

Sorusuna karşılık;

-Yılmaz Hoca var mı?

... 

Yani seçme yapacakmış da. 

Masum sorumuza

-O sanırım aşağıda yapılıyor.

Cevabını aldıktan sonra kurulduğumuz yerden toparlanıp, girişte lavaboya giden arkadaşımızı

da bize dahil ederek aşağıya geçtik. Kapının girişine geldiğimizde heyecan arttı, içeri baktık 

toplasan dokuz, on kişi var.

Büyük bir özgüvenle;

-İyi ya azmış, diğer iki gün de bu kadar kişi gelse biz net alındık.

Diyerek saate baktık, sıranın bize gelmesine daha bir saat var.

Diğer arkadaşımızın;

-İyi bari bir sigara içelim.

Demesiyle arkamızı döndük ki bahçe katında elli tane adam. Bu elli adamın özgüvenimizi 

yerle bir eden psikolojik gücüyle usul, usul bahçe katına doğru geçtik. 

Onlar sigaralarını yakarken hayatında sigara içmemiş ben;

-Lan güzel de kokusu var tadı nasıl acaba?

Diyerek hevesle baktım. Siz tabii heveslenmeyin böyle şeylere, bana çoğu garip şeyin kokusu 

güzel gelir. Mesela egzoz kokusu, gidip borusuna ağzımı dayadığım bir şey değil. Neyse, bir 

yandan elli adamın da seçmeye mi geldiği sorusu, bir yandan Cihat ağbinin yorgunluğu ve bir 

yandan benim manzaramla buluşma heyecanım. Evet, İstanbul’un en güzel manzarası, 

birazdan ona da geleceğim. Korku tezimizi çürütmeye ilk olarak elli adamın da resmi 

giyimine dayanarak başlamış olduk. İkinci dayanağımız ise detaylı incelediğimizde içlerinden 

üç kişinin yaka kartlarına rastladığımız ve başka bir kuruluşun toplantısı olduğu yönünde 

oldu. Ve evet, artık korkumuz tamamen dindi, hepsi seçmeye gelmemiş. Sigaralar içildi içeri 

doğru geçtik, koridorun serin bir bölümüne kurulduk ve seçmeye girmeye yarım kala Cihat 

abiyle son tekrarlarımızı yaptık. Kafamı döndüm etrafı inceledim, biraz düşündüm, biraz 

hayâllere daldım, kafamı tekrar bi döndüm;

-Şşş Cihat abi! Kalksana abi sıra sana gelecek şimdi. ALOO!

-Ağbiiii

Cihat abi şokla kalktı, elini göğüs cebindeki sigarasına attı;

-Geliyorum ben. 

Diyerek, oksijen almaya doğru ayaklanıyordu ki tuttum kolundan çektim.

-Yahu dur, dur. 

Çağıracaklar şimdi hâlâ sigaranın peşindesin, bari yarım saatçik bırak şu mereti.

Demeye kalmadan içeriden Cihat abinin ismini seslenmeleri bir oldu.

Cihat abi elini göğüs cebinden çekti.

Bana baktı...

Çağırıldığı yere baktı...

Tekrar bana döndü;

-Sen gir önce. 

Duygusal bakışını atıp, ana ocağından ayrılan asker ve yeni gelin gibi usul, usul kaderine 

doğru yürüyerek kapıdan içeri girdi.

Uykulu Cihat ağbinin enerjik çıkışını görünce yanına koşup;

-Yılmaz hoca mı içerideydi? 

Sorusunu patlattım.

-Görmedim ki...

Cevabını veren Cihat ağbiye;

-Nasıl ya! Kim vardı içeride?

Diye sorduğumda

-Valla kimseyi görmedim, oynadığımı da hatırlamıyorum ki..

Diye cevap verdi.

Abi uykulu, uykulu sokmayacaktık bu adamı! Neyse artık görev bende, yarını bekleyeceğiz.

Çıktık efenim BKM’den. Aynı güzergahlardan, aynı taşımalarla vardık Üsküdar’a. İstanbul’a 

kapağı atmış arkadaşımıza teşekkür ederek ayırdık yollarımızı ve artık Üsküdar sahile geçip 

bekledik diğer kapakçı arkadaşımızı. Çok geçmedi, geldi aldı bizi. Üsküdar çarşıdan başladık 

mekanları dolaşmaya, hayvan dilencisi martı bu sefer de hırsızlığa yeltenmiş ki balıkçılar 

çarşısında günün en sinirlisi, genel ev çalışanı bir kadının evladı olan esnafın tezgahından 

balık çalmak üzere usul, usul yaklaştı. Göz göze geldik, beni tanıdı, göz kırptı.

-Yapma! 

Dedim.

-Alışkanlıklar kolay bırakılmıyor ağbi.

Dedi.

-Eyvallah o zaman, yakalanma.

Dedim ve arkamı döndüm ki martı kanatlarını kullanmadan kafamın üzerinden kusursuz bir 

uçuş gerçekleştirdi. 

-Noğoldu ya? 

Demeye kalmadan arkadan gelen çirkef sesten anladım ki en caiz tabiri kullandığım esnaf 

kırk sekiz numara ayağıyla bizim martıya tekmeyi basmış. Martıya gereken savunmayı yapıp 

yalnız olmadığını tüm esnafa gösterdikten sonra. Şehrin yerlisi arkadaşımızın bizi götürdüğü 

salaş mekana oturduk. Yemeklerimizi yedik, çayımızı kıraathanede içtik. Üsküdar’ın 

tasavvufi havasını da yeterince aldıktan sonra metro kapanmadan eve geçmek üzere 

koşturduk en yakın hatta. Gecenin yarım saatlik son yolculuğundan sonra Çekmeköy’e geçip 

ikinci kapakçı arkadaşımızın evine geldik. Üstümüz başımız, senenin son yağmuruyla 

sırılsıklam olmuş, dışarıda bulunmuş sahipsiz kedi gibi koltuklara büzüştük. Benim rahatlık

seçmeye girmeme kalan zamana her yaklaşmamızda daha da azalıyordu. Misafir edildiğimiz 

evin sahibi, memnun edici ağırlama sorumluluğuyla sazını da sözünü de alıp yanımıza geldi. 

Önce sorular sonra tavsiyelerden gidip özlemler ve es geçtiğim eski günler yâd edildi. Benim bünye saniyede kapanan gözler ve karnıma giren sevinç heyecanıyla birlikte yokuşta 

soluklayan araba gibi git, gel, açıl, kapan yapıyordu.

Söz bitti, saza girdiler ki ben sızdım. Sabaha alışık olmadığımız şekilde, bizim martı dostların 

fazla çıkan sesleriyle uyandım. Saate baktım dokuz, Cihat abiyi dürttüm

-Geldik mi?

Demedi, normalce kalktı. Erken kalkan yol alır atasözünü uygulamak üzere normalde sitseler 

kalkmayacağımız saatte alel acele hazırlanıp yola döküldük. Evet, döküldük. Aç, yarı uykulu 

ve daha önümüzü göremediğimiz bir şekilde fakirin lüksü kahvaltımızı yapmak üzere en 

yakın simitçiye geçtik. Çayımızı içtik kendimize geldik, hedefimizi önce İstiklal sonra 

Maslak’a çizdik. Fakat önce Fatih, Eminönü, Gülhane’yi gezdikten sonra fırladık

Beşiktaş’tan Sarıyer hattına oradan da tekrardan yuvaya yani Uniq İstanbul’a. Şimdi sıra 

bende heyecan zaten tavan, nefesler tutuklu, hayaller serbest. Detaya girmeyeceğim, saatimin 

gelmesini bekliyodum ki saatten önce son anlarda aklıma bir fikir geldi. Oynayacağım tirat 

Otogargara’dan Olgun Şimşeğin canlandırdığı İstanbul’a menşur olmaya gelmiş bir 

Maraşlının heyecanı. Ulan bu aynı ben, evet bunu biliyodum. Aklıma gelen fikir, tiratta 

söylenen Maraşlı türküsünü de tirada katıp sempati kazanmak.

-Ulan neden ben bunu yapmıyorum ki? Ben de Maraş’tan geliyorum, amaç aynı, durum aynı.

Dedim ve hemen şarkının sözlerini açtım telefondan, son kez bir göz gezdirdim ve son 

sözünü okumamla içeriden seslenildim. Her şey tamam, fakat...

-Ulan salak senin şan ve ses eğitimin mi var?

Artık çok geç, şarkıyı söylemiştim bile. Ben soğuk terler atarken jüri yüz buruşukluğunu 

gözüme, gözüme soktu. Neyse ki bu tiradı şarkıdan sonra en güzel şekilde devam ettirip 

diğerine geçtiğimde üstünden zaman geçirmişlik hissiyle biraz olsun rahatladım. Onu da 

hallettik efendim sıra geldi Audition’a, elimde Organize İşler - Saruhan tiradından kalma 

zincir, başladım kendimi tanıtmaya. Ulan tanıtımın yarısında;

-Napıyorum oğlum ben, elde zincir paldır palaz anlatıyorum kendimi.

Diyerek yönetmenden izin bile istemeden;

-Aaa zincir elimde kalmış kendimi tanıtıyorum, hemen şunu bırakıyım tekrar başlayalım.

Diyip babamın mekanı gibi zinciri sahnenin köşesinde duran sandalyeye bıraktıktan sonra bir 

yönetmen edasıyla kameranın karşısına geçtim ve kendimi sil baştan tekrar ifade etmeye 

başlayıp o an içinde her şeyin içine sıçtım. Heyecanı da, umudu da orada sırtımızdan attıktan 

sonra BKM kadrajından def olmak ve sırtımıza yapışan midemizi doyurmak üzere 

eşyalarımızı toparlayıp çıktık. Tam AVM’nin yemek katına doğru ilerlerken içeriden molaya 

çıkan bizim yönetmenle karşılaştık. Bizi durdurup babacan bir tavırla sorularına cevap istedi.

Yönetmen; Arkadaşlar bir dakika.

Ben; Aa yönetmenim.

Cihat; Merhaba yönetmenim.

Yönetmen; Merhaba. 

-Yahu arkadaşlar siz neden geldiniz buralara kadar? Kilometreler ve saatlerce mesafe var. 

Zaten gelemeyecekler için uzaktan imkan da sunulmuştu size.

-Ya işte, kendimizi daha iyi ifade edebilmek için yönetmenim.

Diyerek ağır, ağır verdi cevabı Cihat abi.

Ben; Aynen öyle, sahne sınavı en iyi, sahnede yapılır hocam, biz de bu adabı en iyi bilen 

kişiler olduğumuz için kendimizi burada göstermek istedik.

Yönetmen; Peki, kalacak yeriniz var mı? Eğer yoksa ayarlatalım hemen.

Cihat; Çok teşekkür ederiz arkadaşımızın evinde kalıyoruz.

Yönetmen; O zaman, karnınız açtır, yemeğe çıkalım birlikte?

Ben; Çok teşekkürler hocam, şurada burger falan bir şeyler yeriz biz birazdan.

Yönetmen; Tamamdır çocuklar, peki o zaman.

Cihat; Yönetmenim, peki bu seçme durumu hakkında bilgi alabilir miyiz? Yani iyi miydik,

olur mu sizce yönetmen gözüyle baktığınızda ne dersiniz?

Yönetmen; Ya şimdi, bu sene seçilmeseniz bile... (Evet orada belli etmişti yönetmen bizden 

bir bok çıkmadığını) iki seneye bir seçme yapıyoruz zaten bir dahaki sefere tekrar denersiniz.

Cihat; Çok teşekkürler yönetmenim.

Ben; Teşekkürler hocam.

Yönetmen; Ne demek. İyi günler, ben bir sigaraya çıkıyım.

Biz; Görüşmek üzere.

Nerede görüşmek üzere? Adamın tüm tekliflerini reddettik bir de görüşmek üzere diyoruz.

Çıktık Maslak’tan Beyoğlu’na, sohbetimizi ettik planlar kurduk İstiklal’in uzunluğunda.

Son durak Üsküdar’a geçtik, Kurtlar Vadisi Emmi’nin mekanına, Korcan Aile Çay bahçesine 

oturduk. Hatıra köşesinde bi ağır abi pozu alıp Üsküdar sahilini seyre daldık, günü 

değerlendirdik, rapor ettik. Yönetmenin aklımızı karıştıran sözlerini kendi lehimize çevirerek

umudumuzu koruyup kötü duygulara yedirmedik. Saat ilerledi, çıktık Korcan’dan sahile 

geçtik. Biraz Kız Kulesi’nin ışık şovunu izledikten sonra tekrar baktık saate, taksi aramak 

için karşı kaldırıma geçtik misafirliğin dozunu kaçırmayalım diye. Ama ortalık nasıl 

kalabalık, millet konvoyda, Galatasaray - Fenerbahçe maçı, Fenerim yenilmiş. Kaldırımda bir 

adam, hafiften çakır, elinde de demlenme sonrası sigarasıyla durdurdu bizi;

-Kardeş bu kalabalık ne?

Cihat abi; Maç konvoyu.

Ben; Maçtan abi aynen.

-Kimin?

Cihat abi; Galatasaray’ın sanırım

Adam ağlamaklı bir sesle;

-Nasıl ya, Galatasaray yenmiş mi?

Ben; Abi geçen hafta yendi zaten ama şimdi şöyle bir şey var...

Cihat abi; Oğlum adam sarhoş ne açıklama yapıyorsun yürü lan boş ver.

Ben; Aynen abi yenmiş, bak konvoya. Hadi biz kaçar Allah’a emanet.

Nerde biz, orda deli çekim gücümüzle bitirdik bugünü de bir anormalle.

-

Ertesi gün, Zeytinburnu/Fişekhane Marmaray’da...

Ben; Alo, geldim ben hayatım, evet metro istasyonundayım, tamam, sen neredesin? 

Bercestem; Aşkım geliyorum, biraz geç kaldım gerçekten kusura bakma babama 

çaktırmayacağım diye canım çıktı, anca gelicem.

Ben; Tamam canım sorun değil bekliyorum ben. 

Bercestem; Öpüyorum, görüşürüz.

Ben; Görüşürüüzz.

Manzaram, üç sayfa önce bahsetmiştim. Sevgilim olur kendisi, hayatıma renk katan, en zor 

anımda karşıma çıkan şans meleğim, beni iyileştiren ilacım. Mesafeler çoğu zaman aşklara 

engel olurken bizimkine küçük bir jest yaptı. Bu da bizim hem ilk hem de tek buluşmamız 

olacaktı... 

Ondan önce geldiğim Metro İstasyonu’nda Cihat ağbi de peşimde perişan beklemeye 

başladık.

-Ya oğlum keşke ben gelmeseydim, ayrı takılır buluşma bitince de haberleşirdik.

-Buraları avucum gibi bilsem seni getirmeye çok da hevesim yok zaten ağbicim. Bir de hadi 

kaybolsam ne yapacaksın? Valla anam senden çok fena hesap sorar ne de olsa benden 

büyüksün sana emanetim ben şu an.

-Neyse artık tek tabanca takılırım ben de. 

-Takılırsın, takılırsın buluşma bitene kadar idare işte, yeri gelir ben de seni görürüm.

-Tamam, edecez mecbur. 

Yarım saat kadar bi aradan sonra yârdan telefon geldi artık. Benim heyecanım yere, göğe 

sığmıyor. Saniyesinde açtım telefonu;

Bercestem; Geldim ben.

Ben; Nerdesin aşkım?

Bercestem; Burdayım aşkım.

Ben; Dur şimdi o muhabbete girme valla göremiyorum nerdesin?

Bercestem; E indim şimdi.

Ben; Tamam evet şu an inenler var da sen yoksun. 

-El salla bakıyım.

-Dur, şu musun? Bak bakıyım sola.

Bercestem; -Ay yok aşkım göremiyorum seni ya.

Ben; -Allah belamı vermesin yanlış kişiye el salladım.

-Nerdesin aşkım ya bir sonrakiyle mi geleceksin acaba?

Bercestem; Yok artık!

-Dur o zaman şöyle yapalım, Fişekhane tabelasının altında buluşalım, gel kapının önüne. 

Bercestem; Ne!? Fişekhane mi? Afedersin ama oha aşkım, ben oradan kaç KM uzaktayım 

haberin var mı, sen baya erken inmişsin.

Ben; Ne...

Kısa bir vertigo etkisi geçirdikten sonra telefon elimde, hanımefendinin sinirle tarif ettiği 

yolu bulmaya çalıştık cihat ağbimle. Daha fazla örselenmemek için kapadım telefonu,

bulduğum en yakın duraktan bindik mini otobüslere. Mini otobüs dediğim bildiğimiz minibüs 

değil, bütçeden tasarrufla oluşmuş gibi sanki, otobüsü ikiye kesip yanlarını kapamışlar olmuş 

sana standart otobüsün veledi. Neyse efenim yaklaşık on dakika sonra Forum’un tam önüne 

getirdi veledibüs bizi.

Kavuştuk uzaktan ilişkimle, sarıldık, hediyeleştik, hayaller kurduk ard arda. Klasik aşk, 

insanı her geçen saniyede olduğu yaştan eksiye düşürür, normalinden anormal, gerçeğinden 

hayalci yapar. Buluşma güzel, o duygulara göre mükemmel geçti. Çıktık AVM’den,

götürdüm yengenizi metrobüse, eli elimde bırakmak istemiyor iki taraf da;

-Gitme be yavrum.

-Gitmem gerek.

-Tamam hadi aha metrobüs şurda.

Tabii ki öyle hayvanca değil, buraya yansıtamadığım, olgunluğumu kaybettiğim duygularla 

yolladım sevgilimi babasına. 

Ağzım kulaklarımda döndüm kendi yoluma, tekrar olgunluğum üzerime gelince birbirimizi 

kaybettiğimiz beş yüz metre mesafeden aradım Cihat abiyi, o yolu kaybedip başka yöne 

gidecekken son anda kurtardım ve orta yolu bulduk. AVM’nin yanında bulunan büyük üst 

geçitte birleşip Zeytinburnu Metro İstasyonuna doğru yürüdük.

Plansız gezmeyle yol bulduğumuz seride bugün ki yerimiz de Ortaköy oldu. Tramvayla 

rotamıza doğru ilerlerken içerisi iğne atsan yere düşmeyecek derecede doldu. Tramvayın

hafif sarsılmasıyla önümüzde dikilen Rus emekli sarışın ağbi Cihat abinin üzerine doğru 

dengesini kaybetti. Adam Sorry’yle özür diledi Cihat abi estağfurullah çekti. Bir de benim 

İngilizcemi kullanarak adamla muhabbet etti.

Neyse efendim hattan hatta aktarmayla vardık rotamıza. Yavaş yavaş sahile doğru yaklaştıkça 

ortam kalabalıklaştı kalabalığın kaynağına bakalım diye biraz daha ilerledik ki Büyük 

Mecidiye Camii ana baba günü.

-Dinde kul artışı mı var acaba?

Diyerek camiiye doğru yürüdük ve kırk, elli yaş teyzelerin hayra vesile kermesiyle 

karşılaştık. Hemen daldık içeri. Her şeyi yarı fiyatına satan teyzelerimize destek vermek, 

bizim de az ve öz bütçemizden iki günlük daha kâr etmek için birer gözleme birer çay ve 

birer de kek aldık. Oturduk camiinin avlusuna, aldık boğazı karşımıza. Çayımız elimizde, 

keyifler yerinde, karadan, kuru yük gemilerini daldık seyre. Vakit, canım boğazın dalgalı 

sularını seyrederken su gibi aktı geçti.

Oradan yürüdük Beşiktaş’a, selam çaktık atamın her fotoğrafına Dolmabahçe duvarında. 

Gezdik etrafı, asıl kendisi için geldiğimiz mekanı. Yengenizin emriyle benim kardeş 

yavrulara hediye baktık, ikimiz de ailelerimize birer parça bir şey aldık. Akşam oldu oturduk 

bir kafeye söyledik birer kahve. Yanda bir apartman camında kiralık ilan. Döndüm Cihat 

abiye;

-Arayalım mı?

Yarın bir gün BKM’ye girersek ev lazım olacak.

Cihat abi güldü;

-Arasana bi.

-Arıyorum.

-Yok be şaka yapıyorum arama.

-Neden ya, öğrenirdik.

-E bak şöyle göz ucuyla fiyat zaten belli.

-Doğru, biz seçildiğimizde daha uygun yerlere bakarız, mesela ilk günler için Cami’ye parka.

Bu akşamı da böyle kapadık, içtik kahvemizi bindik vapura, yavaştan geçtik karşıya. Bu 

bizim artık son gecemizdi yarın yolculuk var evli evine köylü köyüne.

Geçtik Çekmeköy’e, çaldık misafirhanemizin kapısını fakat açan yok. Zile bastık, ard arda 

vurduk yine açılmadı.

Cihat abi bana, ben ona baktım;

-Sanırım geç geldik, ya uyudular ya kovulduk.

Dedim.

Cihat abi;

-Dur bir arayalım.

Aradık, taradık telefona da bakan yok, hani olur ya böyle, patates çuvalını ağzına kadar 

doldurursunuz, doldurursunuz da alttan böyle cırt diye yırtılır ya da daha uygun tabirle bahçe 

hortumunun ucunu tutarsınız musluğu sonuna kadar açarsınız da hortum patlak verir ya işte o 

derece sıkışmışım ben de. Ard arda aradık ulaşamadık, evde zaten kimse yok, biz de kapıda 

yorgun ve sıkışık bekliyoruz. Apartman sakinlerini daha fazla rahatsız etmemek için aşağı 

indik kaldırıma oturduk başımıza çare arıyoruz. On dakika geçti haber yok, yirmi dakika 

geçti haber yok, tam yarım saat sonra evin ortaklarından birisi geldi ve kapıyı açtı ki bir iç 

patlamadan kurtulduk. Tuvaletten çıktım içeri geçtim ki herkes gelmiş, Cihat abi durumu 

öğreniyor, adamlar iki sokak aşağıda küçük bir kaza yapmış polis falan derken onunla 

uğraşmışlar. 

Kimseye zarar gelmeden bugünü de bitirdik, yatmadan teşekkürlerimizi ettik, veda 

konuşmalarımızı yaptık ve seçmeler hakkında güzel dilekler aldıktan sonra koyduk kafayı 

yastığa direkt sabaha kalktık.

Eşyalarımızı çantamıza toparladık, sırtladık yükümüzü son vedalarla yol aldık. Bizim 

simitçide son kahvaltımızı yapıp otobüse saatler kala Kadıköy’e geçtik, ilk günün ilk ve son 

anısına tekrardan Moda’yı turladık. Sonrasında oturduk bir kafeye, interneti açıp girdik Cihat 

abinin bütlerine. Kahvelerimizi içtik, iki günün özetini geçtik, tekrar geleceğimize emin bir 

şekilde gezmediğimiz yerlerin o an planını çizdik. Saat yaklaşınca günün yarısını orada 

geçirdiğimiz kafeden kalktık, indik caddeye taksi beklemeye. Bir tane geldi fakat sol 

yanımızdan hızla davranan çöplüğün kedisi bizden önce atıldı taksiye, biz bakakaldık sonra 

taksinin dolu olduğunu görünce o da bakakaldı. Arkasından başka bir taksi geldi, koştuk 

Cihat abiyle yapıştık koluna bu sefer şans bizden yana. Bindik sinirden köpüren siyaset 

canavarı dayının taksisine, anlamsız tükürükler savurdu, yönetimden biz sorumluymuşuz gibi 

bağırıp durdu. Belediyedeki düzenden memnun değilmiş, Karadeniz’den gelmiş orası daha 

güzelmiş. Neyse efenim geldik otogara, indik köpürmüş dayının taksisinden. Kalmış bizim 

otobüsün gelmesine son bir saat. Bekledik, bekledik geldi ve bindik. İsteksiz, alışmışlık dolu 

içimiz, içimizde bir his sanki tekrar geleceğiz. 

Döndük Maraş’a on iki saat sonra. İndik otobüsten biraz buruk, biraz umut var içimizde, öyle 

bir yerdeyiz ki bir yanımız yaprak döküyor bir yanımız bahar bahçe.

-

Sonra ne mi oldu?

Günler geçti, haftalara yaklaştı bize hâlâ bir haber gelmedi, umudumuz şarjı tükenen telefon 

gibi azaldı, hayaller yavaştan başka yönlere kaydı. Oturduk Cihat abiyle, kendimizi 

kandırmamaya söz verip ulaştık seçmeden yetkili birine, maksat sonuç kesinleşsin. Sorduk 

son durumu, eveledi geveledi seçilemediğimizi söyledi. Benim gözlerimi sel bastı, Cihat 

abiye yansıtmadım o ayrı yıkıldı ben ayrı, veda edip hızlı adımlarla eve vardım. Bundan bir hafta sonra da yengeniz şutladı beni. Sahip çıkamadığım kelimelerimin kırdığını bahane etti tüm gidenler gibi o da gitti. 

Yani anlayacağınız İstanbul’la o gün kapadık defteri....

"Kaluman"